YAKIN TARİHE DAMGASINI VURAN İSİMLER VE BİYOGRAFİLER

Yeşilce – Yeşilyurt Kültür ve Dayanışma Derneği Forumlar Yeşilyurt Serbest Kürsü YAKIN TARİHE DAMGASINI VURAN İSİMLER VE BİYOGRAFİLER

4 yanıt dizini görüntüleniyor
  • Yazar
    Yazılar
    • #43391
      ERTEKİN
      Katılımcı

      Uğur Mumcu (1942-1993)

      Ailesi Ankaralı olmasına karşın, babasının görevi nedeniyle bulundukları  Kırşehir'de, 22 Ağustos 1942'de doğdu. Tapu kadastro memuru Şinasi Hakkı  Bey ile Nadire Hanımın dört çocuğunun üçüncüsüdür.

      Babası Ankara'ya atanınca, Ulus'taki Balıkpazarı'ında bulunan Devrim  İlkokulunda başladığı ilköğrenimini, Bahçelievler' deki Ulubatlı Hasan  İlkokulunda tamamladı (1954).

      Cumhuriyet Ortaokulundan (1957), sonra Deneme  Lisesini bitirdi, Ankara Hukuk Fakültesine girdi (1961). Hukuk Fakültesini  bitirdikten sonra (1965), kısa bir süre avukatlık yaptı. Dil öğrenmek için  gittiği İngiltere dönüşünde, Hukuk Fakültesinin İdare Hukuku Profesörü  Tahsin Bekir Balta'nın asistanı oldu.

      Öğrencilik yıllarında “bilgi sahibi olunmadan fikir sahibi olunmayacağı”nı kavramış, etkin, coşkulu bir gençti. Hukuk Fakültesi Öğrenci Derneği  Başkanıyken onun öncülüğünde yapılan toplantılara zamanın politikacıları,  bilim ve sanat insanları çağrılıyor, katıldığı “münazara”lardaki  başarılarıyla dikkati çekiyordu. Daha 20 yaşındayken “Türk Sosyalizmi”  başlıklı yazısı ile Yunus Nadi Makale Yarışmasını kazandı.

      27 Mayısın getirdiği özgürlük ortamında çok okuyarak, araştırarak, yaşamı  sorgulayarak kendi düşünce evrimini kurmaya başlamıştı. 12 Martın aydınlara  yönelik baskıcı tutumundan o da payına düşeni aldı. Doğan Avcıoğlu'nun  yönetimindeki Yön dergisinde 29 yaşında bir öğretim görevlisi olarak  yazıyordu. Askerliğini yapmaya hazırlandığı sırada, “orduya” hakaret etmekle suçlanarak tutuklandı. Kendi deyişiyle, Yön dergisi o sırada “sıkıyönetim  bekleme salonu” gibi olmuştu. Birçok demokrat aydına cezaevlerinin kapısı  ardına kadar açılmıştı.

      Bir yıla yakın kaldığı Mamak Askeri cezaevinde öteki aydınlarla birlikte buz kırmak, tuvalet temizlemek zorunda bırakıldı. Açılan davada, 7 yıl hapse  mahkûm edildi, ancak “komünist düzenin getirilmesinde bayrağı soldan sağa  sallanacağını belirtmektedir” gibi ifadelerin yer aldığı kararın Yargıtay'ca bozulmasından sonra serbest bırakıldı ve hemen askere alındı. Tuzla Piyade  Okulundaki üç aylık eğitimden sonra, okul yönetiminin “kötü hal ve düşünce  sahibi” diye suçladığı Uğur Mumcu, “er” çıkarıldı; “Sakıncalı Piyade” oldu.  Askerliğini Ağrı'nın Patnos ilçesinde tamamladı.

      “Sakıncalı Piyade” sayıldığı için onurunun kırılmadığına inandığından, yedek subaylık hakkı ve aylıkları için simgesel bir tazminat isteğiyle dava açtı.  Yedek subaylık hakkı geri verildi, ancak askerliği sırasında kendisi için  yapılan tüm harcamaları tazminat tutarından düşüldü. Yaşadıkları, gülmece  ustaları için bulunmaz bir malzemeydi. Kendisi de yazı ve konuşmalarında  gülmece öğelerini sık sık kullanan Uğur Mumcu, bu dönemi, önsözüne Aziz  Nesin' in “Bizi acı acı güldürdü” diye yazdığı Sakıncalı Piyade adlı  yapıtında anlattı. Bu yapıt sonradan tiyatro oldu ve yüzlerce kez oynandı.

      Her zaman duyarlı olan midesindeki rahatsızlığa doktorların tanısı ülserdi.  Uğur Mumcu' nun “12 Mart ülseri” tanımlaması bu dönemi özetlemeye  yetiyordu. Askerlikten sonra gazetecilikte karar kıldı ve üniversitedeki  görevinden ayrıldı. Yön, Kim, Türk Solu, Ortam ve başka dergilerle, Akşam,  Milliyet ve Yeni Ortam gazetelerinden sonra uzun süre Cumhuriyet'te yazdı.  Anka Ajansında çalışırken Altan Öymen'le birlikte izlediği Yahya Demirel'e ilişkin “Mobilya Dosyası” adlı bir kitap oluşturdu, “hayali ihracat” kavramı böylece kamuoyunun sözlüğüne girdi.

      19 Temmuz 1976' da Güldal Homan ile evlendi, 1977' de oğlu Özgür, 1981' de  kızı Özge doğdu. Aile bireyleriyle ve dostlarıyla paylaştığı karşılıklı  sevgi saygı onun üretkenliğine katkılı oldu. “Susmayı, kendi kabuğunun içine çekilmeyi” çağın suçu olarak niteleyen Mumcu “cesur bir kere, korkak bin  kere ölür” diyordu. Demokrasi ve insan hakları savunucusu olarak ülkü ve  ilkelerinden hiç ödün vermedi. Katilleri yakalanmayan gazetecilerin, bilim  ve sanat insanlarının, tüm insanların kanı yerde kalmasın diyerek savaşını  verdi. Terörün silah kaçakçılığıyla ilişkisini giderek artan gerici  örgütlenmenin iç ve dış boyutlarını belgeleriyle gözler önüne serdi.  Kamuoyu, Susurluk kazasızla yeniden gündeme gelen Abdullah Çatlı adını,  ülkücü mafya kavramını ilk kez onun yazılarından duydu. Kontrgerilla var mı, yok mu tartışmalarını, yurtdışındaki görevlilerimizin aylığını ödeyen  örgütleri rabıta olayını, kimi aydınların bile yüzeysel bir bakış açısıyla  ele aldığı Kürt sorununu, Abdullah Öcalan'ın iç ve dış ilişkilerini ipekçi  cinayetinin araştırılmasını, Ağca'yı, Papa suikastının perde arkasını  yılmadan ve korkmadan araştırdı. 12 Eylül adaletini, Özal döneminin kural  tanımayan uygulamalarını bıkıp usanmadan yazdı. 1990'ların sonunda  yaşananlar Uğur Mumcu'yu haklı çıkardı, ölümünden önce yayımlanan 25;  ölümünden sonra yayımlanan 40 kitaptaki belge ve bilgiler, etkili ve yetkili olanlarca göz önüne alınmayı bekliyor.
      Mumcu'nun dikkate değer asıl özelliği ise insan ilişkileri idi. Ailesine  çok düşkün olan Mumcu, yakın çevresi için de “hasta olan için hastanede,  yargılanan için mahkemede, tahliye olan için cezaevi kapısında; birisi  pasaport mu almamış, kim olursa olsun o işin peşinde” diye bilinen bir dost  idi. Hatta tanımadığı insanların sorunlarıyla da yakından ilgilenir,  doğrudan ya da köşesi aracılığıyla çözüm bulmaya çalışırdı.

      Araştırmacılığında, telefon numaralarından uçak biletlerinin tarihlerine,  Resmi Gazeteden Ticaret Sicil Gazetelerine dek hiçbir şeyi gözden kaçırmayan Mumcu, aynı zamanda haber için ödün vermeyen, hiç kimsenin özel yaşamıyla  ilgili tek satır yazmayan, haber kaynağını her şeye rağmen koruyan ve  belgesiz yazı yazmayan örnek bir gazeteci idi.

      Yobazların, kaçakçıların, hırsızların, sömürücülerin korkulu rüyası olan,  Cumhuriyet ve Atatürk'ü tüm ilkeleriyle benimseyip savunan Mumcu, din  maskesi altında Türkiye'yi emperyalizme teslim etmek isteyenlerin gerçek  yüzlerini sergiledi. Silah kaçakçılığı, terör, Kürt sorunu ve benzeri  konulardaki araştırmalarını sağlam belgelere dayandırdı. “Bilgi sahibi  olmadan fikir sahibi olunmaz” ilkesinden hareketle emperyalizmin, mafya  aracılığıyla Türkiye'ye soktuğu silahların terörü körüklediğini  kanıtlarıyla gözler önüne serdi.

      Toplumsal sınıf ve katmanlar arasında dengesizliğin ve sömürünün, planlı  devletçilikle önlenebileceğini, devlet kaynaklarını geniş kitleler yerine  bir avuç azınlığa aktarmanın bu sorunu çözmeyeceğini savundu.
      Demokrat, laik, cumhuriyetçi, Atatürkçü, devrimci, emekten tüm hak ve  özgürlükten yana, emperyalizmin, çıkarcılar, vurguncular ve yobazların  karşısında olan Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993 Pazar günü arabasına konan bomba  ile öldürüldü.

      “Ben Ankara'nın yerlisiyim” diyen Uğur Mumcu için Ankara, yalnızca yaşadığı kent değil, laik cumhuriyetin simgesiydi. Ankara'da yaşanan ve tüm yurda  yayılan olumsuzluklar yüzünden zaman zaman “Ankara'nın taşına bak /  Gözlerimin yaşına bak / Uyan uyan Gazi Kemal / Şu feleğin işine bak” diye  yazıyordu. Bu halk türküsü, ölümünden sonra bir bakıma, Uğur Mumcu ile  özdeşleşti. Demokrasi, adalet özgürlükler, emek için, laik cumhuriyetin  Atatürk devrimlerinin yara almaması, terörün kaynaklarının bulunması,  irticanın boyutlanmaması için yaşamını yitiren Uğur Mumcu'nun ölümü, 24  Ocak 1993' ten bu yana sorgulanamamaktadır.

      24 Ocak 1993'ten bu yana hükümetler kuruldu, hükümetler bozuldu;  başbakanlar, İçişleri Bakanları geldi geçti, ancak Uğur Mumcu cinayeti  aydınlanamadı.

      Türkiye için de  bağımsızlıkçı, antiemperyalist, kendi özgün koşullarına uygun, kendi ulusal  değerlerinden kopmamış bir “Türk  modeli öneriyordu.

      Türkiye'de araştırmacı gazeteciliğin öncüsü olan Mumcu, Irak'a yönelik  operasyonlarda İncirlik Üssünün kullanılmasına izin veren hükümetleri  eleştirdi. Yolsuzluk iddiaları, yabancı istihbarat örgütleri, mafya, Papa  suikastı gibi konularda araştırmalar yaptı. Abdi İpekçi suikastının perde  arkasını belgeleriyle ortaya koydu.

      Siyasilere yönelttiği eleştiriler yüzünden, yazıları aleyhine birçok dava  açıldı. Hepsinde de Mumcu'nun haklılığı kanıtlandı.

      Ankara Sanat Tiyatrosunda sahnelenen “Sakıncalı Piyade” adlı oyunu büyük  ilgi ve başarı kazanan Mumcu ilk ödülünü, 1962 Cumhuriyet gazetesi Yunus  Nadi Armağanı Makale Yarışmasında kazandı.

      1979 yılında, Türk Hukuk  Kurumunca “Yılın Hukukçusu”, aynı yıl Çağdaş Gazeteciler Derneğince “Yılın  Gazetecisi” seçildi. 1980, 1982, 1983, 1987 ve 1993 yıllarında İstanbul  Gazeteciler Cemiyetinin inceleme ve röportaj dallarındaki ödüllerine değer  bulundu. 1984, 1985 ve 1987 yıllarında Nokta dergisi Mumcu'ya “Yılın  Doruktaki Gazetecisi” ödülünü verdi. 1980'de (Cüneyt ARCAYÜREK'le birlikte)  ve 1988'de Sedat Simavi Vakfı Kitle Haberleşme ve Gazetecilik ödüllerini  aldı.

    • #48023
      inanç şinel
      Katılımcı

      “Türkiye için de  bağımsızlıkçı, antiemperyalist, kendi özgün koşullarına uygun, kendi ulusal  değerlerinden kopmamış bir “Türk”  modeli öneriyordu.”

      ÜSTAD BUGÜN YAŞADIĞIMIZ SORUNLARA ÇÖZÜM OLACAK REÇETEYİ NE GÜZEL YAZMIŞ ZAMANINDA… BU REÇETEYİ UYGULAYABİLECEK “”bilgi sahibi olunmadan fikir sahibi olunmayacağı”nı kavramış” VE “cesur bir kere, korkak bin  kere ölür” ZİHNİYETİNE SAHİP İNSANLARIN BİZİ YÖNETMESİ DİLEĞİYLE

    • #48024
      ozan
      Katılımcı

      ERTEKİN ABİ PAYLAŞIMIN  İÇİN TEŞEKKÜR EDERİM  PEK FAZLA BİR SÖYLEYEMİCEM İNANÇ KARDEŞİM  HERSEYİ SÖYLEMİŞ ZATEN ONA KATILIYORUM DEMEKTEN  BAŞKA BİRSEY YAZAMICAM 

      İNANÇ KARDEŞİM SENİN BU CESUR DEDİKLERİN  BİR SEFER ÖLDULER  BELKİ AMA  KENDİ TOHUMLARINDAN MEYDANA GELMİŞ BİR  NESİL  BİR  GENÇLİK BIRAKTILAR

    • #48025
      inanç şinel
      Katılımcı

      OKTAY SİNANOĞLU
      Yaşam Öyküsü

      Sayın Profesör Doktor Oktay Sinanoğlu; dünyanın en genç yaşta profesör olmuş kişisi ve Nobel adayı.
      TÜRKLERE SÖVSEYDİ İNANIN NOBELİ ÇOKTAN ALMIŞTI :),PAMUKÇU MEDYAYA DUYURULUR.

      1953 yılında Ankara’da TED’in Yenişehir Lisesini birincilikle bitirdi. O zaman lisenin eğitim dili tamamen Türkçe’ydi, takviyeli yabancı dil dersleri vardı, sonradan kolej oldu. TED tarafından Amerika’ya burslu Kimya Mühendisliği için gönderildi.

      1956 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley’de Kimya Mühendisliğini birincilikle bitirdi. 1957’de Amerika Birleşik Devletlerinde MIT’den birincilikle Yüksek Kimya Mühendisi oldu. Alfred Sloan ödülünü aldı.

      1959’da Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley’de; Kuramsal Kimya Doktorasını yaptı, doktorasını yaparken iki ödül kazandı. 1959-1960 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri Atom Enerjisi Merkezinde araştırmalar yaptı.

      1961’de hem Harward, hem de Yale’de kendisinin yeni Nicem (“Kuvantum”)Kimyası ve fiziği üzerine teorileri hakkında üst düzey derslerde yeni buluşlarını anlattı.

      1962 yılında Batının 300 yılda en genç profesörü oldu (26 yaşında Yale Üniversitesinde); 1962 yılında Ortadoğu Teknik Üniversitesi mütevelli heyeti yalnız Oktay Sinanoğlu’na mahsus olmak üzere kendisine Danışman Profesör unvanını verdi. Türkiye’de de kuramsal kimya bölümünü kurdu.

      Ortadoğu Teknik Üniversitesinde eğitimin Türkçe olması için uğraş verdi. Ama, tabii olmadı. 1964’de Moleküler Biyoloji konusunda ikinci kürsüsüne Yale Üniversitesine atandı. 1973’te Almanya’nın en yüksek Aleksander von Humboldt Bilim Ödülünü ilk kazanan kişi oldu. 1975’te Japonya’nın Uluslararası Seçkin Bilimci Ödülünü kazandı; yine 1975 yılında özel kanunla Oktay Sinanoğlu’na ilk ve tek, Türkiye Cumhuriyeti Profesörü unvanı verildi. 1976’da Japonya’ya Türkiye Cumhuriyeti Özel Elçisi olarak gönderildi. Kendisi Türk-Japon kültür, bilim ve eğitim ilişkilerinin temellerini atmıştır.

      Amerika Bilim ve Sanat Akademisinin ilk ve tek Türk üyesidir. Hindistan’ın Devlet Misafiri olarak, Hintli Bakanlarla ve Cumhurbaşkanıyla görüşmüştür. Meksika’da aynı seviyede Üçüncü Dünya Bağımsızlığı için çalışmıştır. Yıldız Teknik Üniversitesi'nden yaş sınırında (67) emekli oldu.Yale'deki hayat kaydıyla, ömür boyu olan iki kürsülü profesörlüğünü, Türkiye'nin ve Türkçe'nin başına gelenlerle daha verimli mücadele edesilmek için, “emeritus professor” ünvanına çevirterek Türkiye'deki faaliyetlerini daha da yoğunlaştırdı. O ara Türkiye genelinde ki herhangi herhangi bir bir evrenkentte (üniversitede) yetenekli gençlere, fizik kimya, matematik, moleküler biyoloji dallarında Mastır, doktora araştırmaları yaptırması, herşeyi YÖK'ten soran rektörlerce engellendi.Ama Oktay Sinanoğlu, bir yandan bilimsel araştırmalarına dış ülkelerde devam ediyor.

      1962’den günümüze dek ilk TÜBİTAK Bilim Ödülünü, ilk Sedat Simavi ödülünü, 1992’de Bilgi Çağı, 1995’te İLESAM Üstün Hizmet Ödülünü, ayrıca Yılın Fikir Adamı, Yılın Bilim Adamı ödüllerini aldı. Yesevi Kazakistan ve benzeri bir çok kuruluşta profesör, mütevelli heyeti üyesi, Atatürk Kültür Kurumu asli üyesidir. 2001'de Yerel gazeteler Birliği'nce “halk Kahramanı Ödülü” verildi. Bu yılda Antalya'da Uğur Mumcu Bilim Ödülü (2002), TÜRKSAV Türk Dünyası'na Hizmet Ödülü (2002) verildi. 250 kadar uluslararası bilimsel yayını, bilim kuramları, çeşitli dillere çevrilmiş kitapları vardır. Türkiye’de de Türkçe pek çok yayın yapmıştır. Değişik ülkelerde iki kez Nobel’e aday gösterilmiştir. AMA BU MEMLEKETE SÖVMEDİĞİ İÇİN NOBELİ ALAMAMIŞTIR VE SAYGIDEĞER TÜRK MEDYASI ELLERİNDE BAYRAKLARLA ONU HAVAALANINDA KARSILAMAMISTIR.

    • #48026
      inanç şinel
      Katılımcı

      Sömürge devlet bile böyle yönetilmez
      Bu haftaki konuğumuz Prof. Dr. OKTAY SİNANOĞLU:

      “ABD’de bana “Sen Avrupalısın” derler. Ben Asyalıyım diye böbürlenirim. Avrupalı olmamak, Avrupa’ya bulaşmamak bir şereftir.”

      Sömürge devlet bile böyle yönetilmez

      Yabancı dille okullarda sürekli bir artış var. Türkçe bilim dili olamaz mı?

      Bunu diyenler ilkokuldan başlayarak mesleğe atılıncaya kadar birçok dalları yabancı dilde öğrenip, yabancı okullarda öğrendikleri bilginin Türkçesini hiç görmedikleri için böyle yanlış bir kanıya kapılan kimselerdir.
      Atatürk’ün 1935’te örnek olsun diye yazdığı Türkçe geometri kitabından bu yana Türk bilim ve teknik dili her dala yetecek kadar gelişmiştir. Çünkü Türkçe son derece türetme gücü olan, yabancı dil uzmanlarının bile hayran kaldığı bir dildir. Kendi çalışmalarımda kimyanın bazı en yeni konularını, yaptığım yeni araştırmaları, hep Türkçe olarak açıkladığımı belirttim.  Çünkü Türkçenin matematik gibi olan özel yapısı, buna çok elverişli.

      Otobüste derin kimya
      Kimya dediniz de bunca çalışmaya nasıl vakit buluyordunuz?

      Buraya (Beşiktaş’a) gelirken neyle geldim? Vapur ve tramvay ile geldim. Keza otobüste giderken trafik sıkışıklığı falan beni pek ilgilendirmez. Ben böyle yolculuklarda ne derin matematikler yuttum. İlk durakta bindiğim için de oturabiliyordum. Hatta birkaç kere farkında olmadan son durakta indim. Kadıköy’den biniyorum. Elimde derin matematik. Ara sıra etrafa bakıyorum. Şaşırıyorum insanlar böyle oturmuşlar veya ayakta etrafa bön bön bakıyor. Nasıl boş durabiliyorlar anlamıyorum. Hani bir şey düşünseler o da değil. Neyse, bir keresinde kitaba dalmışım; derin bir matematik konusuna. Otobüs Çağlayan’a gelmiş. Orada inmem lazım ama ben kitaba dalmışım. Otobüs son durağa gelmiş. Şoför son durak deyince fark ettim. Mecburen inip oradan taksiye bindik geri döndük.

      Amerika’da eğitim gördünüz. Ama yıllar öncesinde Amerika’nın dişleri dökülmüş durumda diyordunuz. Oysa şimdi özellikle yöneticiler arasında bir hayranlık var.
      Bunu yıllar önce kaç kez söyledim. Bir kere de Yeniçağ için söyleyeyim. İnanın o Amerika’dan gelen ve bize emir yağdıranları benim Amerika’daki büroma sekreterim dahi sokmaz. İçeriye dahi giremez. Niye onlardan çekiniyoruz. Biz Türk’üz, onlar bizden çekinsin.

      Komplo teorisi değil mi?
      Bu anlatılanlara komplo teorisi deniliyor. Buna ne diyeceksiniz?

      Bir ülke topla tüfekle bitirilmez. Top tüfek falan askeri malların ticareti içindir. Bu işler beyinlerin ve zihinlerin böyle fethedilmesiyle fethedilir. Bu tür savaşta kelimeler çok önemlidir. Durup dururken bir yerlerde bu işin uzmanları bir kelime icat ederler. Durup dururken bir milleti veya bütün Müslümanlığı tek kelimeyle öcü gösterirler. Basın yayınla öyle ayarlarlar ki, her gün Pavlov’un köpekleri gibi dünya kamuoyunda haklılık kazanırlar. Irak’a karşı, Afganistan’a karşı Kosova’ya karşı saldırılar hep bu şekilde olmuştur. Birer kelimeyle bu işler yapılır. Dünyayı asıl idare edenlerin düşmanlıklarını anlayıp da birileri karşı çıkınca bunları susturmak için de karşısına bir kelime icat ederler.

      Komplo teorileri türü söylemler de bu tür icatlardandır. Şimdi çok şükür bize bunu söyleyemezler. Birisi çıkıp benim ispatlı belgeli açılamalarıma komplo teorisi desin duman ederim. İşin esasını ben biliyorum.

      Gözden ciğer muayenesi
      Siz nasıl bu kadar kendinize güveniyorsunuz?

      Bir insanın milli hassasiyetini ve samimiyetini görür girmez anlarım. Gözden ciğer muayenesini tıbben keşfetmiş olan biriyim. Bu sahte sağcıdır, bu sahte solcudur. Bu sahte laiktir. Bu sahte Atatürkçüdür, bu falanca gizli cemiyet üyesidir. Hatta gözüm alıştı kaçıncı derecedir onu bile anlıyorum. Bu durumda Türkiye’de hiç olmazsa insanların maneviyatını kurtarmak, gönüller için uğraşmak lazım. Kurtuluş savaşı artık gönül kazanmayla olur. Böyle olmalıdır diye yazıyorum. Herkes başkasından beklemesin. Herkes tanıdığı on kişiyi düşünsün. Türkiye’nin hiçbir yerinde hiçbir kesiminden on kişi çıkmıyor. Düşünün benim Türkiye’de tanımadığım yok. Her türlü kesimden. Sağlamı kaç kişi? Onun için insanlara sağcı solcu laik falan diye bakmayın. Milli davaları geleceğimizi belirleyecek davaları önüne koyduğunuz zaman ne yapıyor ona bakın.

      Bu vasfa sahip kaç kişi vardır sizce?
      Önce bir bozukları sayayım dedim, bitmeyince şöyle matematiksel düşündüm. Neyse sağlam olan haysiyetli şerefli, insanlık düşmanı olmayan düzgün bir insan saymaya başladım. Bir iki üç… Bitti. Niye söylüyorum bunları? Benim şahıslarla hiçbir işim yok. Hepsine acırım. En melanetine bile acırım. Yani bunlar üç kuruşluk menfaatler için çoluk çocuğunun da istikbalini satarak, atalarının ruhunu da muazzep ederek üç günlük dünyayı hem kendilerine hem etrafına zehir ediyor. Ama burada üzerinde durmak istediğim esas konu, bu samimi kimselerin de en büyük noksanı kibirli olmaları. Burunları bir havada bir havada şaşırıp kalıyorsunuz.

      İnsana faydalı olmak için
      Bunun bir orta yolu ok mu?

      Bizim formülümüz, düsturumuz akıl artı bilimdir. (Akıl + bilim) bu ikisi olmazsa, bir kuşun iki kanadından biri olmaz demektir. Zümrüd-ü Anka’nın iki kanadı olmaz ise uçamaz. Bunun birisi akıl kanadı, birisi gönül kanadıdır. İnsana bu iki terbiye lazım. Aklı geliştirmek için bilim. Bilimi geliştirmek için akıl. Matematik formül o.

      Kibirlenmemenin yolu nedir peki?
      Türklerin ta Uygurlardan beri gönüllerinde var olan mutasavvıflığa yönelmektir. Yani gönül terbiyesine ulaşmaktır. Tasavvufi terbiye ile insanları insanlaştırmak lazımdır. Bunu tarihte ilk kez Türkler yapmıştır. Gönül terbiyesi olmayanın makam mevki sevgisi artar. Bu da o kişiyi ve onun maiyetini felakete götürür.

      Siyaseti istemiyorum?
      Peki siz, bir gönül adamı da olarak, siyasete girmeyi hiç düşünmediniz mi?
      Otuz yıldan beri en yüksek görünen mevkilere kim geldiyse evelallah hepsini, şahsen teke tek tanımışımdır. Şimdi bizim mutasavvıf ruhumuzu anlamadıkları için zaman zaman çok büyük mevkiler teklif etmişledir. Biz de hep gülmüşüzdür.

      Niye?
      Bir kere, kendi tarafından bir kalesine dahi sahip olamayacak duruma getirilmiş, bütün kalelerine girilmiş, -bu arada Atatürk’ü de analım.- bir ülkede siyasete girmeye çalışmak yabancının kölesi olmak oradan verilen emirleri yerine getirmeye razı olacak tıynette birisi olmayı kabul etmek demektir. Estağfurullah haşa. Böyle bir duruma düşmekten Allah bizi koruduğu için de şükürler olsun. Bana kaç fırkadan (kaç siyasi partiden) birinci sıradan koyalım falan filan diye teklifler gelmiştir. Ben orda ne yapacağım? illetvekilinin mecliste söz hakkı var mı? Orda söz hakkın bile yok. Ben işte dışarıda rahat rahat gazel atıyorum. Böyle dediğimde de bana demişlerdi ki: “İşte lojman sahibi olursun, tabancan olur, ömür boyu maaş alırsın, çoluğun çocuğun…” dedim ki, “onların hepsi sizin olsun. Çünkü bana o üç aşk yeter.”

      Sevr yeniden mi dayatılıyor?
      Papa’nın gelişi ile İstanbul’un Vatikanlaştırılması arasında bir bağlantı kurar isek?
      Papa yeni Bizans için geldi. Biz otuz senedir bunu söylüyoruz. Zaman zaman soruyorlar “Sevr mi dayatılmaya çalışılıyor?” Bunu söyleyenler amma iyimser. Kardeşim Sevr anlaşmasında ortada ufacık bir parça var Türklere ayrılan. Şimdi Türk’ün adı sanı olacağı da yok. Toptan bitiyor. Balkanlar’da bir tane Türk kaldı mı? Hiç olmazsa oralardakiler mücadele ederek çekilmişler. Şimdi nasıl kaybediyoruz? Millet gönüllü olarak çeşitli fırkaları başa getirerek bunları yaptırıyor. Bir önceki üçlü teslis hükümeti, sağlı sollu ittifak o zaman gizli kanunlarla daha doğrusu bir yerlerden geliyordu ve 550 kişi üçlü hükümetzamanında metni görmeden imza sayfasına imzayı basıyordu. O kanunlar öyle çıktı.

      Hangi kanunlardan söz ediyoruz?
      Uyum yasaları denen kanunlardan. Siz yabancıya toprak satılmasıyla ilgili kanundaki maddeleri biliyor musunuz? Adam geliyor, beğendiği araziyi istiyor. İster tarla olsun, ister maden toprağı. Öyle ayırım falan yapılmıyor. Tapusu iki hafta içinde bunlara teslim edilecektir. Buna karşı çıkacak, bu satışı zorlaştıracak biri olursa onun hakkında da takibat yapılacaktır. Böyle kanunların % 1’i bir sömürge devletinde bile çıkartılamamıştır. Yani ne vatan toprağı, ne şehit kavramı, ne millet kavramından söz ediyorsunuz? Bitmiş hepsi kardeşim. Kavramların içi boşaltılmış içi.

      Misyonerlere 400 milyar dolar
      Peki, dışarıdan bakıldığında Türkiye nasıl gözüküyor?

      Türkiye’ye dışarıdan bakıldığında, dışarıdan Türkiye filan dersen gülerler. Öyle bir adı sanı yok. Kalmadı bitti. Bir milleti tarihten silmeden önce, önce adını silerler dünya kamuoyunda. Sonra da gizlice kendini silerler. Türkiye bu durumdadır. Dünya’da “Türkiye’de Türk diye bir şey yok.” olarak, azınlık olarak bile yok olarak algılanıyor ve algılattırılıyor. Dolayısıyla öyle bir hava yaratılmıştır ki değil bu Türklerin ülkesi, azınlık olarak olduğunu bilen yok dünyada. Yani bu çok tehlikeli bir şeydir. Adının silinmiş olması veya silinmeye çalışılması buranın devlet olarak da çok yakında toptan silinmek isteneceğinin ispatıdır. O zaman ne Türkiye’nin kalacağını, ne Türk milletinin buralarda bir ferdi kalacağını, arkasından Kürtlerin de buralarda kalamayacağını senelerce söylüyorum. Bak olacak, çok az kaldı bu kafayla oraya gidiliyor. Ülkeme düşman olan devletin hiçbirine toz kondurmayıp da Müslümanlığı düşman olarak bilen ve gösteren insanların istediği insanlar Türkiye’nin başında olursa işte bu hallere gelinir.

      Onu da geç. Müslüman birileri elinde yetikleri olduğu zaman bu milletin, üretimi durmuş, faiz içinde boğulmuş elinde hiçbir şeyi kalmamış iken 400 milyar doları oturup da bir ağızda yabancı misyonerlere yardım diye verirse, ondan sonra Türkiye’nin her tarafında, kiliseler yaptırırsa ona şunu sormak icap eder. Dindardır diye seçtiğiniz kimselere niçin hangi din diye sormadınız?

      Üç aşkım var

      Nedir bu üç aşk
      Biri Allah aşkı, bir millet aşkı. -Tabii Türk milleti aşkı- Üçüncüsü de bilim aşkı. Bu üç aşk ile yaptım ne yaptıysam. Allaha şükür her gün de bu üç aşkım artarak gidiyor. Onun için bu aşkları tatmamış olan insan, insan olduğunu bile bilemez. Hayatta ne kadar malı mülkü de olsa bu insana ah vah vah derim. Tabii kimseye şöyle yap böyle yap diyemeyiz ama elimizden geldiği kadar lisanı hal ile (kendi örnek hayatımız ile) yardımcı olabiliyorsak, kendimiz yanıp biterken ışığımızla birazcık aydınlatabiliyorsak, ne ala.

      Yemek yapmayı bilir misiniz?
      İlkokulda iken arada mutfağa bakardım annem ne yapıyor diye. Şimdi yemekten laf açılınca buradan yola çıkarak yine ciddi bir konuya gelelim. Mesela batılı dostlar yemek bilmez. Onların yemek kültürü yoktur. Sıfırdır. Türklerden öğrenmişlerdir. Fransızlar biraz bilir onlar da Osmanlıdan öğrenmişledir. İngiliz hiç bilmez. Neyse. Batılı bilmez ya bu yemekleri. Sen tutup hayatında hiç imambayıldı gibi medeniyet şahikası bir yemeği tatmamış birisine onun lezzetini anlatamazsınız. Ne zaman ki şöyle bir tadına baktırırsanız ciltlerle anlatamadığınız lezzeti anlatıverirsiniz. Tasavvuf da böyledir. Tadına varmayan anlayamaz. Onu bir ucundan tattırsanız, o zaman görürsünüz kardeşliği, insanlığı hoşgörüyü. Tasavvuf deyince hoşgörü deyince tabi şu meşhurlaşmış diyalogdan falan bahsetmiyoruz.

      Tatile vaktiniz kalıyor mu?
      Şu anda tatil yapıyorum diyebilirim. Hem sizlerle sohbet ediyorum. Hem de binlerce defadır, Allahın bize bahşettiği bu bilgileri başkalarıyla da paylaşmaya vesile olduğu için Rabbime şükrediyorum. Benim için en büyük tatil budur. Başka bir tatilim de bu iş bittikten sonra mütevazı uygun bir mekânda oturup defterimi açıp araştırma yapmak. Sizin kastettiğiniz manada tabiatla haşir neşir olmak da iyidir. Ama benim asıl tatilim bunlardır.

      Ünal Bolat, YENİÇAĞ GAZETESİ

      Röportaj Tarihi : 10.12.2006

4 yanıt dizini görüntüleniyor
  • Bu konuyu yanıtlamak için giriş yapmış olmalısınız.