ÖYKÜ PLATFORMU

15 yanıt dizini görüntüleniyor
  • Yazar
    Yazılar
    • #43274
      ERTEKİN
      Katılımcı

      Ördek Yavrusu                               

            Gün ışığı puslu gecenin ardından evlerin pencerelerini dolanırken,dikenli böğürtlen çalılarının,yaşlı çınarların arasında kendisini bekleyen minik serçeler ve çalı kuşları boş sokaklara oradan da fırın işçilerinin ve erkenci balıkçıların uykusuzluktan yavaşlamış bedenlerine neşeli şarkılarını söylüyorlardı.
             Bütün gece  karanlıkta korkudan hiç kıpırdamadan durmuştum .korkuyordum ama merakım,telaşla atan kalbimin sesini ve korkumu bastırıyordu.O gece ilk defa beni sürekli kapattıkları kutudan çıkarmışlardı ve işin aslı üç adımda bitiveren o küçücük kutucuktan  kurtulmak ,yıldızların altında ilk defa pislediğim yerde yatmamak başta içimi coşku ve gururla doldurmuş ve artık büyüdüğümü düşünmeme sebep olmuştu .Büyümüştüm artık ben.     
      Bu sabah gün ışığı ile birlikte birden bütün duvarlarım kalkmıştı. Bana dünya kadar büyük gelen bu bahçede sürekli koşuşturan bir kertenkele ve durmadan bir şeyler taşıyıp uzun kuyruklar oluşturan karıncalarla birlikte bende kendi düşler ülkeme kavuşmuş bir prenses gibi hissederek,günün ilk ışıklarına ve ötücü kuşlarının hayat dolu şarkılarına tekdüze ama bana pek dokunaklı gelen bozuk  sesimle  bende katılmıştım.
             Kuş cıvıltılarına karışan sesim bağırdıkça bana zevk veriyor varolduğumu hissediyor varlığımı gösteriyordum.sürekli yemek istiyor,su istiyor,doğduğumda sıcaklığıyla bana güven veren annemi istiyor,bana kocaman elleriyle sürekli yemek ve su veren beni seven sahip çıkan upuzun boyuyla dev gibi görünen sahibimi istiyor sürekli bağırarak oradan oraya koşturuyordum.
             Ortalık iyice aydınlanınca görebildiğim ve dokunabildiğim her şeyi tanımak anlamak isteyerek koşuştururken uçmak isteyen küçücük kanatlarımı sanki uçacakmış gibi hızla çırpıyor ,ara sıra gökyüzüne bakıyordum. Yine kafamı gökyüzüne kaldırdığım bir sırada kocaman ceviz ağacında garip ve ürkütücü bir ses çıkaran ve sürekli bana bakan kapkara bir şey fark ettim .Göz göze geldiğimizde içimdeki coşkunun yerini buz gibi bir duygu kapladı . Biran gözlerinden sıyrıldım  ama hala üzerimde hissettiğim bakışlardan içinde bulunduğum coşku yerini korku ve paniğe bıraktı.Bir daha göz göze gelmemek ve sonradan anlayacağım ölümün buz gibi bakışlarını hissetmemek  için yukarıya bakmadan dolaşıyordum. Ceviz ağacının yeşil rengi yavaş yavaş siyaha dönüyor,sürekli ağaca doğru kanat çırpan karartılar görüyordum kaçırdığım bakışlarımda .Gittikçe artan korkularımdan bir an önce uzaklaşmak isterken her şey gitgide  kabusa dönüşüyordu. Ceviz ağacı sanki beni takip ediyor üzerime doğru eğilip kalkıyordu.Artık coşkulu kuş cıvıltılarını ve içimi ısıtan güneş ışığını duyumsamaz olmuştum.gökyüzünün aydınlığını gökyüzünde uçuşan kapkara kanatların kapkara gölgesi bahçeye düşer olmuştu.
             Karartılar yaklaştıkça yaklaşıyor ben koştukça yer değiştiriyor üzerime üzerime geliyordu.Korkumu belli etmemeye çalışarak sesimin çıktığı kadar sürekli bağırıyor ve sanki birini arıyor gibi nereye gideceğimi bilemeden sürekli koşturuyordum .Artık ne tarafa dönsem aynı donuk gözler ve makas gibi açılıp kapanan çirkin sesli siyah gagalar görüyordum.
      Ortada kalmıştım … O an anlamıştım sevincim ve merakım zayıflığım,erken gelen özgürlüğüm  aptallığım, bana sonsuz gelen bahçe da mezarım olmak üzereydi.
              İlk darbeyi gözüme almıştım,acımasız bir çığlık ve sivri bir ağız gözümü çıkarmış  acıyla sendelemeye  başlamıştım,sonra bir darbe, bir darbe daha ……….
             
             Günün il saatlerinde insanlar işlerine gidiyor,martılar büyük halkalar çizerek denizin üstünde toplanarak uçuyor,kozalarından çıkan kelebekler üç günlük ömürlerinin giriş bölümüne başlıyordu. İncecik bir ördek sesi boğazda geçmekte olan bir tankerin siren sesine karıştı.Ölümün umursanmayan gölgesinde bizler için sıradan bir gün başladı.   

                                                                                                            08/08/2006
                                                                                                         Ertekin KARAKAYA

    • #47317
      lubimaya
      Anahtar yönetici

      abi bu öykünün üstüne yazabilecek çıkacak mı çok merak ediyorum 😮

    • #47318
      Özge Kıyan
      Katılımcı

      öykü yarışmasını ertekın karakaya kazanmıs oldu heralde kımseden ses cıkmıyo (BENDENDE)) ;D ;D :D

    • #47319
      ERTEKİN
      Katılımcı

          Özge rekabet olmayan bir yarışmada kazanan da olamaz  çünkü kaybeden olmaz ama burada bu yarışmayı açmaktaki amacım insanları öykü yazmaya teşvik ederek içlerindeki yaratıcılıklarını ve hayal güçlerini kullanarak edebiyatla ilgilenmeleri yada ilgilenenlere tat vermeleriydi.
          Ben senin yazabileceğine inanıyorum ve hala katılım bekliyorum..

    • #47320
      ERTEKİN
      Katılımcı

      İlknur öykü yazdığını duymuştum …sabırsızlıkla bekliyoruz.

    • #47321
      ERTEKİN
      Katılımcı

      Bir çift lafımda Sn Erkan Şinel'e olacak

      Bana rağmen sende öykü yazabilirsin ;D

    • #47322
      ERTEKİN
      Katılımcı

             KURT SÜRÜSÜ VE SİYAH AT

        Bulutlar gökyüzünden vadiye doğru alçalıp evlerin bacalarına doğru inip yanan sobaların dumanı ile karışıyordu .Soğuk bir ekim akşamından sonra nazlı güneş bulutların arkasından bir aralık bulup samanlıkların üzerinden gürültüyle akan dereye doğru göz kırpıp kayboluyordu . kuzinede kaynayan çaydanlığın ince dumanı ve yeni demlenmiş çayın kokusu odanın havasını ılıtıyor camlarda biriken buğu dışarıdaki sisin ve dumanın içine gizlenmiş kurt sürülerinin açlıklarını gizliyordu

             Uzun bir süredir okuduğum bir kitabı yeni bitirmiş Arkadaşını uğurlamış ve artık tek başına kalmış biri gibi neler yapacağıma karar vermeye çalışıyordum. Hayatın karmaşasına karışmadan ama  hayatı ıskalamadan da nasıl yaşamak gerekiyordu bilmiyordum durağan ve birbirine benzeyen günler sanki içimdeki kanı yavaş-yavaş emiyor beni durağanlaştırıyordu.
      Neden gelmiştim buraya ? bitmekte olan bir aşkın can çekişmesine dayanamadığım için mi yoksa gerçekten aldığım yaraları iyileştirmek için mi kaçmıştım karar veremiyorum, ama acı çekiyordum ve gerçekten ortada acı çekmem için bir neden yokken sadece ve sadece acı çekeceğimi bildiğim için acı çekiyor kendimi acı çekmeye alıştırıyordum.bitecek bir aşkın hüznünü yalnızlığa bir fidan gibi usulca dikiyor yaşadıklarımı anılar sarnıcıma duvara asılan paha biçilmez bir tablo yada kurşun yarası ile kazanılmış bir madalyayı  göğsüme takar gibi koyuyordum.

            Dumanların ve sislerin içinde uluyarak dolaşan kurt sürüsünü içimde taşıyarak dışarıya çıktım yada dışarısı dumanların ve sislerin arasında dolaşan kurt sürüsü ile birlikte içime girdi bilmiyorum . Siyah bir at samanlıkların ortasındaki çayırda sahipsiz ve ürkek adımlarla otluyordu .bir an atı yakalayıp dörtnala hayatın  gizemine doğru bir keşif yapıp yaşadığım her şeyin aslında gerçek olmadığını kendi yarattığım bir dünyanın kapısını dışarıdan kapatarak gerçek  dünyaya bir atlayış yapacağım geçti aklımdan ama içimdeki kurt sürüsünü fark eden siyah at sanki bir tehlikeyi hissetmiş gibi başını bana doğru kaldırıp baktı gözümü bile kırpmıyor artık yapacağım her hareketin onu ürküteceğini bildiğimden sadece bir fotoğrafa bakar gibi bakıyordum.

         Güneş dumanlı ve sisli havanın ardından yerdeki çiğ tanelerine değerken pencereyi açan annemin sesiyle ürken at gözden kaybolurken bende elimdeki anahtarı fark edip odunluğa doğru yürüdüm… kurtlar içimde uluyor otlaktaki atın kişnemelerine karışıyor annem pencereden sesleniyordu.’’Çaylar soğudu oğlum hadi ne bekliyorsun orada’’     

        17/09/06

      Ertekin Karakaya

    • #47323
      ERTEKİN
      Katılımcı

      Sevgilim, Çakıl Taşı…
      ayşegül engin



      “Bak şekerim” dedi çakıl taşına. “Şu sağında gördüğün simit plazasının yerinde eskiden bir eczane vardı.” 


      Elinde tuttuğu küçük çakıl taşını cebine yerleştirdi, kaybolmasın diye. Çünkü çakıl taşı mordu. Belki başkaları mor renkli bir çakıl taşını kolaylıkla bulabilirdi ama onun için bu taş tekti, başkası yoktu.

      “Ben bunu saklarım” diye düşünmüştü onu yüzlerce taşın arasında bulduğunda. “Ben bunu hem de ölene kadar saklarım” demişti. “Hatta, gerekirse vasiyet ederim birilerine, mezarımın üstüne koyarlar bi zahmet” diye devamını getirip, günlük hüzün kotasının dolmasına bile izin vermişti.

      “Böyle durumlarda bazı insanlar beste falan yapıyorlar, şiirler yazıyorlar” dedi sonra. “Peki sen ne yapıyorsun? Aklına gele gele mezar üstü dekorasyonu mu geliyor?” Bir bakıma tepkileri doğaldı, içtendi ve bu gibi durumlarda hep olduğu gibi saçmaydı, gülünesiydi, ağlanasıydı.

      ‘Ölmeden önce yapılacaklar’ listesinin, ‘Kutup ışıklarını görmek’ maddesinden önce ve ‘Dağ gibi duran bi dağa çıkmak’ maddesinden sonraya yerleştirdiği, kendi halinde başka bir maddesini uygulamak için harekete geçmişti sonunda, bütün derdi buydu.

      Madde şöyle diyordu: ‘Eski lisenin yolunda yürümek.’

      Diğer maddelere şöyle bir göz attığında, en azından şu an için yapabileceği en akıl kârı işin bu olduğuna karar vermesi fazla uzun sürmemişti. Aslında o liste ‘Ölmeden önce yapılabilecek makul istekler’ olarak değişmeliydi. Ama hayalin ve bunun dışavurumu olan alenen sallamanın sonu yoktu ki. Hiç değilse ‘Güneş sistemini terk eden ve geri dönmeyen ilk insan olmak’ gibi ‘Mümkünse öldükten sonra yapılacaklar” listesine girmesi gereken istekleri olmamıştı. Alt tarafı eski lisesinin yolunda yürüyecekti.

      “Bak şekerim” dedi çakıl taşına. “Şu sağında gördüğün simit plazasının yerinde eskiden bir eczane vardı.” Çakıl taşı, cepte değil de yine elde olsaydı dile gelip belki “ya vah vah” derdi, ama sonuç olarak o, cepte taşınan bir çakıl taşıydı. Renginin mor olması yeterince özellik katıyordu kendisine, hiç üstüne alınmadı.

      “O eczanenin sahibi, benim ilk sevgilimin abisiydi. İlk sevgili diyorum ama bakma böyle söylediğime, o bir elmaydı.” Çakıl taşı başını cepten uzatıp şöyle kocaman bir “Nasıı yani??” çekmek istedi. Hakkıydı tabii. Bu tek yanlı muhabbet karanlık delikteki tek eğlencesi olma yolundaydı.

      “Evet, evet o bir elmaydı. Hani ‘Sen elmayı seviyorsun diye elma da seni sevmek zorunda değil!’ cümlesini kuran elma var ya, işte o.” Bu durumda, cümleyi kuranla, mevzuya konu olanın ayrımına girmemek gerekiyordu. Çakıl taşı da tam olarak böyle yaptı.

      “Aşkın ömrü üç yıldır diyorlar ya, doğru galiba. İlk rimelimi sürdüm kirpiklerime, sonra onları ağır ağır kaldırmasını öğrendim, her seferinde geç kaldım. Tam üç yıl, adını söyleyemedim. Ne zaman söylemek istesem, bir büyük M harfi boğazımda açıldı, açıldı kuşun kanadı gibi. E tabii, yaş on dört çakıl taşı.. Kolay değil aşık olmak.”

      “Hadi len!” dedi çakıl taşı. “Hayır yani derdin nedir bi anlasam?? Ne güzel serilmiştim kumsala. Deniz gelip beni alıyordu bazen, bazen sıkılıp geri bırakıyordu kıyıya. Hiç şikayetim yoktu hayatımdan. Ama ne oldu? Gelip beni ‘ay ay ay!’ diye ettin rahatımdan, denizimden. Neymiş, mormuş.. Neymiş, ne güsseellmiş.. Çakıl taşıyım ben kızım! Yaş, yüz on dört! Kolay mı bu yaştan sonra denizsiz kalmak!” Söylene söylene cebin en alt kıvrıma bıraktı kendini çakıl taşı.

      “Hadi yaa.. E nereye gitti bu ev? Yeri burası eminim ama yok baksana!”

      Yok olan ev, yerini yok olasıca bir iş hanına bırakmış gibi duruyordu. Sanki bir süre önce iş hanı evi karşısına almış ve şöyle demişti: “Bak güzelim, ben hastasıyım bu bahçenin.” Ev de iş hanına bakmış ve: “Teşekkür ederim, bahçem güzeldir.” demişti. Sonra da iş hanı: “Şimdi o güzel bahçenle vedalaşıyorsun ve yok oluyorsun.” demişti. Ve ev de daha “Ama.. Ama..” demeye kalmadan yok olmuştu.

      “Biz kızlarla bu evin bahçesinin önünde buluşurduk okul çıkışı. Bazen, bak şu yoldan aşağı yürür sahile giderdik. Ama bazen kızlar beni kırmazdı, önce eczanenin önünden bir tur atardık. Hani görürüm onu diye. Ya bi kere de görseydi beni, yani gerçekten görseydi. Bi kere de düşseydi peşime ta sahile kadar. Bi kere de laf atsaydı bana, ne bileyim, gel birlikte yürüyelim deseydi.”

      “Gel birlikte yürüyeliiim!!” dedi çakıl taşı. “Hadi birlikte yürüyelim mi seninle SAHİLE??”

      “Off of.. Ne günlerdi be çakıl taşı.. Bak bak işte şu koca bina benim lisem!”

      Lise binası o ilk günün heybetiyle çıkmıştı karşısına. Aslında binanın ‘heybet’ sözcüğüyle yan yana gelip de anlamlı bir birliktelik sergileyecek hali yoktu. Diğerleri gibi bir binaydı işte. Eskiydi, çok eskiydi. Bahçesinden taşan sesler kadar eski.

      Lisenin kapısına kadar gidip, giderken bahçe demirlerine elini sürtüp, dallarına kaçamak bakışlarını sakladığı ağacın yerinde durduğunu görüp ve adet üzre iki damla yaş akıtıp gözlerinden, geri döndü.

      ‘Ölmeden önce yapılacaklar’ listesinden madde eksiltti, boğazında kanatlanan tüm harfleri karatahtasına yazdı, ağacına hoşça kal ağaç dedi.

      “Diyorum ki çakıl taşı, şu eczanenin önünden geçsek mi bir daha?”

      “Diyorum ki.. Simit yer misin simit diyoruuum?”

      Bir simit aldılar eczaneden, sonra dönüp sahile giden yola saptılar. Çakıl taşı denizin kokusunu duydu, bir tuhaf oldu içi. Gözünde dalgalar büyüdü, sardı her yanını, sonra tutup çekti kendine.

      Çakıl taşı havada taklalar atıp uçarken “Allah sevdiğine kavuştursun bacım” dedi.. Buna benzer bir şeydi işte, en azından içinden geçen. Denize düştüğü anda “Yollama beni hemen sahile!” dedi. “Yollama hemen, ne halt edeceği belli olmaz bu kadının. Ay ay ay! mor çakıl taşııı! diye atlar yine üstüme!”

      Haziran 2006

    • #47324
      superhuman_girl
      Katılımcı

      abi harbiden de hepsi mükemmel yaw.
      özgeye katılıyoruum…

    • #47325
      Özge Kıyan
      Katılımcı

      :D ;D :D

    • #47326
      ERTEKİN
      Katılımcı

      teşekkür ederim ilginize ama ben sizden de 2 satır da olsa bir yazı istiyorum…

      bence sizler çok daha iyi şeyler saklıyorunuz ruhunuzda.

    • #47327
      yasemin
      Katılımcı

      bence hepsi cok süperdi amcacim
      ama en güzeli o kiz ile tasin kisiydi  ::)

    • #47328
      ERTEKİN
      Katılımcı

      Dostluk Öyküleri: Kar yolları kaplamıştı
      Selim Gündüzalp

      Kar yolları kaplamıştı

      BUNDAN yirmi-yirmibeş yıl önceydi… Ben okul çağındaydım. Bir sabah uyandığımızda annem:

      “Bu sabah okula gidemezsiniz, çünkü kar bütün yolları kapamış…” diye odamıza girdi.

      Üç kardeştik. Sıcacık sobalı odaya koştuğumuzda lâpa lâpa yağan karın köşe başlarında sanki kardan duvarlar örmekte olduğunu gördük.

      Annem:

      “Pek ummuyorum ama, pencereden kollayın da, ekmek arabası gelirse, ekmek alalım” dedi.

      Camın önünde uzun zaman bekledim. Sokaklar bomboştu. Neden sonra, semtimizin fırınının çinko kaplı arabası göründü. İyice yaklaştığında gözlerime inanamadım. Çünkü arabanın önünde at yoktu. Arabacı atın yerine kendi geçmiş, soğuktan morarmış yüzü ile arabayı çekerek geliyordu. Her zamanki ekmekçimizin atı ya hasta idi, yahut o havada hayvana kıyamamıştı. Fakat içindeki sorumluluk duygusu ile bütün bir mahalleyi ekmeksiz bırakmamak için, Allah bilir, çektiği yükü belki de umursamıyordu.

      Köşeye geldiğinde bakkal dükkânında bekleşen birkaç erkek ile pencereden durumu gören komşular sokağa fırlayıp arabayı itelemeye başladılar. Çocuk gözlerime yaşlar dolmuştu.

      Aradan bunca yıl geçti. Öylesine büyük bir insana bir daha rastlamadım. Bu ekmekçiyi hiçbir zaman unutamam.

      — R. Kepkep

      (Öykü dizimizin 9. kitabı olan Dostluk Öyküleri'nden alınmıştır.)

    • #47329
      lubimaya
      Anahtar yönetici

      Dostluk Öyküleri: Kar yolları kaplamıştı
      Selim Gündüzalp

      Kar yolları kaplamıştı

      BUNDAN yirmi-yirmibeş yıl önceydi… Ben okul çağındaydım. Bir sabah uyandığımızda annem:

      “Bu sabah okula gidemezsiniz, çünkü kar bütün yolları kapamış…” diye odamıza girdi.

      Üç kardeştik. Sıcacık sobalı odaya koştuğumuzda lâpa lâpa yağan karın köşe başlarında sanki kardan duvarlar örmekte olduğunu gördük.

      Annem:

      “Pek ummuyorum ama, pencereden kollayın da, ekmek arabası gelirse, ekmek alalım” dedi.

      Camın önünde uzun zaman bekledim. Sokaklar bomboştu. Neden sonra, semtimizin fırınının çinko kaplı arabası göründü. İyice yaklaştığında gözlerime inanamadım. Çünkü arabanın önünde at yoktu. Arabacı atın yerine kendi geçmiş, soğuktan morarmış yüzü ile arabayı çekerek geliyordu. Her zamanki ekmekçimizin atı ya hasta idi, yahut o havada hayvana kıyamamıştı. Fakat içindeki sorumluluk duygusu ile bütün bir mahalleyi ekmeksiz bırakmamak için, Allah bilir, çektiği yükü belki de umursamıyordu.

      Köşeye geldiğinde bakkal dükkânında bekleşen birkaç erkek ile pencereden durumu gören komşular sokağa fırlayıp arabayı itelemeye başladılar. Çocuk gözlerime yaşlar dolmuştu.

      Aradan bunca yıl geçti. Öylesine büyük bir insana bir daha rastlamadım. Bu ekmekçiyi hiçbir zaman unutamam.

      — R. Kepkep

      (Öykü dizimizin 9. kitabı olan Dostluk Öyküleri'nden alınmıştır.)

      işte müthiş bir hikaye daha. abi sürekli takipçinim bekliyoruz böyle hikayeler…
      replere dokunalım lütfen.+rep

    • #47330
      ERTEKİN
      Katılımcı

      7/11/2006 – BİR HİKAYE
      Eve Yürüyüş

      İspanya´nın güneyinde Estopana isimli küçük bir kasabada büyüdüm.16 yaşındayken bir  sabah babam benden kendisini araba ile 30 kilometre uzaktaki bir köye götürmemi istedi.

      Ancak, onu Mijas ´a bıraktıktan sonra arabayı bakim için yakındaki bir tamirhaneye oturup bırakmam gerekiyordu. Araba kullanmayı yeni öğrenmiştim ve kullanmak için de pek fırsat çıkmıyordu.

      Onun için hemen kabul ettim. Babamı hemen Mijas´a oturdum ve öğleden sonra 4´ ta almaya söz verdim.

      Sonra arabayı, tamirhaneye bıraktım. Birkaç saat vaktim vardı. Ben de, tamirhanenin yakınındaki bir sinemada bir-iki film izlemeye karar verdim. Fakat bu isten o kadar keyif aldım ki, bir-iki derken ipin ucu kaçtı. Son filmi izledikten sonra saate baktığımda 6 olduğunu gördüm.

      İki saat geç kalmıştım. Film izlediğimi biliyorsa babamın kızacağını biliyordum. Bir daha arabayı kullanmama izin vermezdi. Ona tamirhanede arabanın isinin uzun sürdüğünü söylemeye karar verdim. Buluşacağımİz yere vardığım zaman babamın kösede oturmakta olduğunu gördüm. Geç kaldığım için özür diledikten sonra ona arabanın isinin uzun sürdüğünü söyledim. Bunun üzerine bana nasıl baktığını unutamam.

      “Bana yalan söylediğin için çok üzüldüm Jason”

      “Ne demek istiyorsun? Gerçeği soyluyorum.”

      Babam bana tekrar baktı, ” Sen geç kalınca, tamirhaneyi aradım ve bir sorun olup olmadığını sordum. Bana senin henüz arabayı almaya gelmediğini söylediler. Yani araba ile ilgili bir sorun olmadığını biliyorum.” Birden ne kadar büyük bir suç islediğimi anladım ve babama gerçeği itiraf ettim. Babam beni üzgün bir şekilde dinledi.

      “Kızgınım, ama sana değil, kendime. Eğer sen bunca yıldan sonra bana yalan söyleyebiliyorsan demek ki ben iyi bir baba olamamışım. Kendi babasına bile yalan söyleyebilen bir çocuk yetiştirmişim. Eve yürüyerek dönecek neyi yanlış yaptığımı düşüneceğim.”

      “Ama baba, ev 30 kilometre uzakta ve hava karardı. O kadar yolu yürüyemezsin.”
      Babam ne özür dilemelerime, ne itirazlarıma kulak asmadı. Onu hayal kırıklığına uğratmıştım ve hayatimin en acı veren derslerinden birini almak üzereydim. Babam tozlu yollarda yürümeye başladı.
      Ben de arkasından araba ile izliyordum ve durmadan özür diliyor ve arabaya binmesini rica ediyordum. Ama beni duymazdan geliyor ve sessiz, düşünceli, üzgün bir şekilde yürümeye devam ediyordu.
      30 kilometre boyunca 10 kilometre süratle takip ettim.

      Babamın hem fiziksel, hem de duygusal olarak bu kadar acı çekmesine tanık olmak hayatimin en üzücü ve acı veren deneyimi olmuştur. Ancak, ayni zamanda en büyük hayat dersini de bu olaydan aldığımı söylemeliyim. O zamandan beri asla yalan söylemedim.

      Jason Bocarro
      Kalite Yönetimi Sistemi Çözümleri

    • #47331
      ERTEKİN
      Katılımcı

      TÜRK ÖYKÜCÜLÜĞÜNÜN GENEL ÇİZGİLERİ

      Selim İleri

        Eski hikâyemizin bugünün öyküsüne etkilediği, dahası kaynaklık ettiği son yıllarda yaygınlaşan, kimi aydınlar arasında tartışma yaratan bir görüş. Türk öykücülüğünün genel çizgilerini kurcalamaya ve yansıtmaya çalışırken bu görüşe de kısaca değinmek istiyorum. Birdenbire gündeme alınmış her konu gibi, eski hikâyemizin Türk öykücülüğünü belirlediğinin ileri sürülmesi çok yanlış; bu durumun zorlama bir “tarih sevgisi”nden doğduğuna, serpildiğine inanıyorum.

        Aziz Efendi'nin 1796/97'de yazdığı Muhayyelât, eski hikâyemizin tüm özelliklerini az çok içermektedir. “Binbir Gece” ya da “Binbir Gündüz” türünden masalları benimsemiş bir anlayış benzeş yönsemelerle yapıtta yansır. Cinler, periler, doğaüstü güçler Muhayyelât'ı çağımıza etkileyemeyecek kerte eskitmiştir… Aziz Efendi'nin tek ilginç yanı, yeni bir öyküye, evrensel anlamıyla bir öyküye kaynak olabilecek tek özelliği olayları tarihötesi bir zamanda geçirmesine karşın, yer'i İstanbul'un 18. yüzyıl yaşamından seçmiş olmasıdır. Şark hikâyeciliğinin genelgeçerlerinden böylelikle ayrılır yazar. “Hayal”lerini “esar keyfi ile nakletmesi” Aziz Efendi'yi 18. yüzyıl İstanbul'undan uzaklaştıramamış. Sokak, mahalle adlarına; giyim kuşam tanımlarına, gelenek ve görenek açıklamlarına rastlıyoruz bu yapıtta…

        Muhayelât'ın birçok açıdan Ahmet Mithat'a, Emin Nihat'a yol açtığını söyleyebiliriz: Cinlerden, perilerden biraz arınmış; ama çağına tanık olmaktan hayli uzak bir öykü anlayışı.

        Ahmet Mithat'ın Letâif-i Rivâyât'ı, Emin Nihat'ın Müsâmeretnâme'si Osmanlı toplumunun bireysel ya da toplumsal sorunlarına eğilmekten uzak ürünler. Tutsaklık kurumunun, cariye yaşamınını dile getirilmesi bile gerçekçi boyutlar taşımıyor. Hele 1872-1875 yılları arasında yayımlanan Müsâmeretnâne, okunduğunda, gerçek bir düş kırıklığı yaratıyor. Emin Nihat, Aziz Efendi'yle çeviri romanların, ilk Batı ürünü yapıtların, özellikle uyarlanmış çevirilerin içinden çıkılmaz bir karışımı bence.

        Ahmet Mithat'la Emin Nihat'ın ürünlerine topluca bakarsak, Tanzimat Edebiyatı'nın ilk öykücülerinin Şark hikâyesi geleneğinden kopamamış oldukları sonucunu çıkarabiliriz. Şimdi şöyle bir soru geliyor akla: Şark hikâyeciliği yeni, diri, çağına tanık olabilen bir öyküye yol açamaz mıydı? Eldeki örnekler sorumuzu olumsuz yönde yanıtlıyor.

        Ahmet Mithat'ın öyküleriyle Müsâmeretnâme'nin bellibaşlı özellikleri (rastlantılara çokça yer verilmesi -falanla falancanın öykü sonunda kardeş çıkması, vb. -, yazarın bilgi dağarcığını okura aktarması -nezle konusunda kocakarı öğütleri-, iyi-kötü ayırımı ve ayrımı -iyileri beğenme, kötüleri yerme; iyiyle kötüyü ak-kara biçiminde değerlendirme-, vb.). Tanzimat Edebiyatı'nda da öykünün gelişemediğini, bir öykü “kavrayışının” gövermediğini imler. Dolayısiyle Batı'ya açılmanın çağcıl bir öykü yaratımında büyük, sağlam bir etkisi olmadığını söyleyebiliriz. Dahası Emin Nihat'ın “Bir Osmanlı Kaptanının Bir İngiliz Kızıyle Vukubulan Sergüzeşti” başlıklı öyküsü Doğu-Batı sorunlarına yaklaşmayı deneyerek ilk çatışmaları haber verir. Nitekim okuma olanağını bulduğum “Binbaşı Rifat Beyin Sergüzeşti”nde de bu çatışma işlenmiştir. Ama Müsâmeretnâne'nin yüzeydeliği, sorunlara nasıl yaklaştığı konusunda yeterli bir kanıttır…

      http://www.worldshortstoryday.org/tr/cagdasoykuculuk.asp

15 yanıt dizini görüntüleniyor
  • Bu konuyu yanıtlamak için giriş yapmış olmalısınız.