GAZETELERDEN SEÇİLEN KÖŞE YAZILARI

Yeşilce – Yeşilyurt Kültür ve Dayanışma Derneği Forumlar Genel Gündem GAZETELERDEN SEÇİLEN KÖŞE YAZILARI

  • Bu konu 70 yanıt içerir, 11 izleyen vardır ve en son 17 yıl önce sakssu tarafından güncellenmiştir.
70 yanıt dizini görüntüleniyor
  • Yazar
    Yazılar
    • #43366
      inanç şinel
      Katılımcı

      80 sonrası uygulanan strateji 'görünmez el' denilen kavramı yok etti. Yerine devletten rant transferine dayanan ve adı girişimcilik olan model ortaya çıktı. Borç tuzağı ve tüketim dinamiklerine dayanan model Türkiye'de hayata geçirildi.

      Başlık sonrası soralım; Türkiye’de rant ekonomisi gerçekten bitiyor mu?

      Doğrudan cevaba geçmek yerine rant ekonomisinin sonucu ve ana damarı olan dinamiği tarif edelim. Faizle veya devletten-devletin sahip olduklarından transferle büyüyen, üretmeyen, üretmediği sürece daha fazla rant ve transfer talep eden sermayenin genleşerek “üreten”i tutsak ve/veya yok etmesi.

      Bu tanımlama sonrası duralım ve soralım; 2003 sonrası yani içinde bulunduğumuz AKP iktidarı döneminde, “sözde faiz” düştüğüne (sözde diyorum aşağıdaki grafik üzerinde göreceksiniz nominal düşüş aynı anda döviz de gerilerse anlamlı değil), devletten transfer olanakları azaldığına göre rant bitti mi?

      “Bitti” diyorsanız yazının devamını okumaya gerek yok. “Bitmedi” diyorsanız, birlikte sorgulayalım ve adım adım ilerlerken rant transferi ile başlayalım.

      Nedir rant transferi?

      Gelir birilerine aktarılıyor
      Üreterek kazanmak yerine, devletin etki alanlarının bireylere transfer edilmesi. Diğer bir ifadeyle, “devletin elinde bulundurduğu gelir yaratan alanları veya “elde edilmiş geliri” birilerine aktarması.

      Bu noktada öne çıkan soru; Transfere dayanan rantiye mi yoksa “hep şikâyet ettiğimiz devlete borç veren rantiye” mi daha büyük? İlginç bir tespit; transferle ortaya çıkan rantiye bir süre sonra “devlete borç veren rantiye”ye dönüşüyor. Bu süreç, transfer kesilmedikçe devam edip gidiyor. Tam bir kısırdöngü. Kaynakları aktar sonra kaynak yok diyerek borç alarak kaynak yarat.

      Transfer hükümetlerin şahıslara sağladığı imkânlar ile gerçekleştiği gibi vatandaşın yaptığı bir hazine arazisi işgali sonucu gelir elde etmesi olarak da ortaya çıkabiliyor.

      İşte iki örnek: Devlet telefon şebekesi işletme hakkını, işbaşında olan hükümetin tasarrufu sonucu, çok ucuz bir fiyattan bir firmaya devreder. Firma bu alandan para kazanmaya başlar ve bir süre sonra devlete borç verir hale gelir. Bu arada icraatı yapan hükümet gitmiş ve birçok şey unutulmuştur.

      Bir başka örnek: Vatandaş Hazine arazisini işgal eder ve bir süre sonra bu araziyi satarak elde ettiği parayı devlete borç vermeye başlar. Transferle ortaya çıkan rantiye borç veren rantiyeye dönüşmüştür. Bu noktada şu soru ortaya çıkıyor: “İç borcu sıfırlamak mı daha önemli yoksa transfer mekanizmasını durdurmak mı?” Dikkatli baktığımızda ikisi de önemli ve birbirini besleyen kavramlar. Kaynaklarını transfer eden devletin, borç almaktan ve borç verenin şartlarına razı olmaktan başka seçeneği yok.

      Borç tuzağına düşürüldük
      Değerli dostlar, yukarıdaki giriş sonrası yeniden soralım; dinamikler Türkiye’de nasıl gelişti, rant gerçekten bitti mi?

      Cevabı ararken geriye dönelim ve gelelim meşhur 80'lere; “80 sonrası Türkiye'nin atılım yaptığı yıllar mıydı? Yoksa ben mi öyle hatırlıyorum? Herkes üretti, zenginleşti ve ekonomi ayağa mı kalktı?”

      Sonuç 1: Adam Smith, “Milletlerin Zenginliği” adlı eserinde şöyle diyor: “Birey sahip olduğu sermayeyi en yüksek üretim yapacağı endüstriye yönlendirir. Böylece emek, toplumun yıllık gelirinden en yüksek payı alır. Bireyin amacı toplumun çıkarını artırmayı amaçlamaz. Sadece kendi çıkarını düşünür ve bu amacını hayata geçirirken, görünmez bir el toplumun çıkarlarına da hizmet etmiş olur”

      Sonuç 2: 80 sonrası yapılan ve ekonomiyi canlandırdığı iddia edilen strateji “görünmez el” denilen kavramı yok etti. Yerine devletten “rant transferine” dayanan ve adı “girişimcilik” olan model ortaya çıktı. Bunun en güzel örneği ortaya çıkan fonlar, hayali ihracat, özelleştirmeler ve hazırlığı için kimlere harcandığı bilinmeyen danışmanlık ücretleri. Bir yandan görünmez el kırılırken, dünya genelinde borç tuzağı ve tüketim dinamiklerine dayanan modelin de kısa süre içinde Türkiye'de hayata geçmesi çok zor olmadı.

      Sonuç 3: Geçmişte “burjuva devrimi” yapıyorum diye “görünmez eli kıranlar” bugün yaşadığımız rant ekonomisinin temellerini attılar.

      Sonuç 4: 2002 sonrası Türkiye’de konjonktürel yapının da etkisiyle “rant” ekonomisinin “finansal genleşme-büzülme” dinamikleri ile “en” günlerini yaşadığını gördük. 2002 sonrası Türkiye’ye giren her dolar 5 dolar ile 60 dolar arası kazanç sağlarken, üreten, çalışan, gerçek bir ekonomik çark içinde yer alanlar tasfiye sürecine girdiler.

      Son soru: Girişte bahsettiğimiz faize dayanan rant, düşen faizler ile kayboldu mu? Cevap ararken lütfen aşağıdaki grafiğe ve altındaki dinamiğe bir bakın; Son 3 yıl içinde 400,000 TL düşen dolar kuru, “düşen faizin” şekil değiştirmiş hali değil mi? Bu para kimin cebinden çıkacak? 

      Not: Nominal faiz ve dolar kuru aynı anda düşüyorsa (2003-2006 başı arasında bu dönemi yaşadık) rantiye çifte kavrulmuş kârı cebine indirir. Bu dönemde siyasetçiler “nominal faizi düşürdük” diye hava atarlarken aslında tablo illüzyondan ibarettir.

      yiğit bulut , referans gazetesi

    • #47795
      erkan şinel
      Katılımcı

      :(

    • #47796
      inanç şinel
      Katılımcı

      'Tavizin' adı ne zamandır 'program'?

      21.08.2006 / Yiğit Bulut

      Ali Babacan’ı televizyonlarda görüp de hemen arkasından her zaman aynı cümleleri duyunca kendi kendime soruyorum; gülsem mi, ağlasam mı?

      Ali Babacan diyor ki; “Programdan en ufak bir sapma yok, ekonomimiz çok iyi yolda, ekonomisi güçlenen bir Türkiye’nin Dünya sahnesindeki yeri de değişiyor.”

      Şaka gibi değil mi?

      “Ekonomisini ve dünya dediğimiz yapı içinde yerini güçlendiren” Türkiye!
      Ben bu cümleleri edenlere küçük bir tavsiyede bulunmak istiyorum; söylediklerinizin ne kadar gerçek olduğunu gidin bir de, bir türlü karar alıp da vuramadığınız Kandil’den, Kuzey Irak’tan sızan teröristlerin şehit ettiklerinin yakınlarına, cebinde birikimi olmadığı için yarattığınız “sıcak para” denkleminden yararlanamayan halkımın yüzde 99’una sorun. Sorun da göstersinler size “ekonomik program, güçlü dış politika” nasıl olurmuş!

      Tarihin en kötü dönemi
      Değerli dostlar, çok samimi olarak bütün içtenliğimle söylüyorum; Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin hiçbir döneminde bu kadar “tehlike sınırına yakın”, bu kadar “güçsüz”, bu kadar “aciz bırakılmış” olmadı. Küreselleşme, Avrupa Birliği, Gümrük Birliği gibi bize parlak gösterilen kavramlar bir taraftan içimizi kemirip özelleştirme adı altında 80 yıllık birikimlerimiz ile oluşan tesislerimizi elimizden alırken, dış politikamız tamamen AB ve ABD güdümünde eriyip gidiyor, hatta gitti.

      Yıllardır övünürüz “NATO’nun ABD’den sonra en büyük ordusuyuz” diye, o da maalesef içi boş bir söylem çıktı. İsrail Orta Doğu’yu işgal ederken, İran “meşru hakkım” diyerek Kandil’i vururken; biz taş dahi atamadan ABD’den izin bekliyoruz. “Ordu” dediğinizi duyar gibiyim, ordu ne yapsın! Kuvveti harekete geçirecek siyasi otorite olmayınca!
      Değerli dostlar, dikkat ederseniz yukarıda “Cumhuriyet tarihinin en kötü dönemini yaşıyoruz” dedim. Aynı günleri geçirdiğimiz ama başımızdaki çatının adı “Türkiye Cumhuriyeti” olmayan bir dönem daha var; Osmanlı’nın son yılları.
      Peki o günler mi, yoksa bu günler mi daha kötü? Bugünleri yaşayarak biliyorsunuz ama gelin o günleri farklı kaynaklardan derlediklerim ile bir kere daha hatırlayalım ve kararı sizlere bırakalım.

      Hatırlatma 1:

      – Ekim 1875. Sadrazam Mahmud Nedim Paşa Osmanlı'nın kurtuluş yolunda en önemli adımı olan “Faizde tenzilat” kararını açıkladı. Osmanlı devleti faiz borçlarının beş yıl süreyle ancak yarısını ödeyeceğini ve ödeyemediği kısım için yüzde 5 faizli tahviller vereceğini açıkladı.

      – Mart 1876. Osmanlı devleti, borç ödemelerinin tamamını durdurduğunu açıkladı. “Ödemekle bitmeyen faiz-borç sarmalında” alınmış en doğru karardı. Yok edilme süreci Osmanlı sanayi yapısını tamamen çökerten 1839 Baltalimanı Anlaşması ile başlamıştı. 1838 yılında Reşid Paşa, ilk olarak Lord Stratford ve sonrasında Avrupa'nın diğer devletleriyle serbest ticaret anlaşmasını imzalamış, Osmanlı devletçi ekonomiyi rafa kaldırarak gümrük vergilerini İngiltere ile birlikte saptamayı kabul etmişti. Bu adım ile Osmanlı, ucuz mallar cenneti haline gelirken, üretmediğini tüketen bir toplum haline de gelmiş ve en verimli alanlar yabancı sermayenin eline geçmişti. Osmanlı, Avrupa piyasasına tahvil satarak borçlanmaya başladı. Bu arada dünya “petrol servetlerinin” hazırlığını yapmış ve Osmanlı süratle borçlandırılırken, topraklarındaki petrol yatakları ise yabancılar tarafından paylaşılmaya başlanmıştı.


      En verimli alanlar yabancıda
      – Mayıs 1876. Borç ödememe kararı ilk sonuçlarını vermeye başladı. “Başkaldıran boyunduruk altındaki Osmanlı'ya” ilk isyan kışkırtmalar sonucu Balkanlar'da başladı. Aynı günlerde İstanbul'da medrese öğrencileri ayaklandı ve borç ödememe kararını alan Sadrazam Nedim Paşa azledildi. 1878-1881 Osmanlı hazinesi Düyun-u Umumiye'ye teslim oldu.

      Hatırlatma 2: “…16 Ağustos 1838 Sadrazam Reşid Paşa, samimi dostu İngiliz elçisi Lord Stratford ile ticaret anlaşmasını imzaladı. Anlaşma aynı yıl Avrupa’nın diğer devletleriyle de imzalandı. Bu anlaşma ile Osmanlı devletçi ekonomiyi rafa kaldırdı ve gümrük vergilerini İngiltere ile birlikte saptamayı kabul etti. Osmanlı, ucuz mallar cenneti haline gelirken, üretmediğini tüketen bir toplum haline de geldi. En verimli alanlar yabancı sermayenin eline geçti. Bu durumun Osmanlı ekonomisine yansıması uzun sürmedi. 1814 yılında bir sterlin 23 kuruş iken, 1839’da 104 kuruş oldu. Bir sonraki adım ne oldu dersiniz. Avrupa devletleri, mali sorunlarına çözüm arayan Osmanlı’ya “Hemen dış borçlanmaya gitmelisiniz” diyerek baskı yapmaya başladılar. Osmanlı Avrupa piyasasına tahvil satarak borçlanmaya başladı. Londra, Paris, Viyana, Frankfurt borsaları bayram ediyordu. Nasıl etmesin? Zenginleşmeye başlayan Avrupa orta sınıfı, tasarrufları için kendi ülkelerinde yüzde 3-4 gibi düşük faiz gelirleri yerine, yüzde 11-20 oranında yüksek faiz gelirleri ile İstanbul’a yöneliyorlardı. Alınan borç paralar, sarayların yapımına, dekoruna gidiyordu.

      Ekonomideki yapısal dönüşüm kültürel değişimi de neden olmuştu. Osmanlı bürokrasisinin günlük yaşamı değişmeye başladı. Bürokrasi, daha fazla tüketebilmek için, daha fazla kirleniyordu; yani rüşvetsiz iş yapılmıyordu. Reşid Paşa yeni tip devlet adamlığının da yolunu açtı.

      Eskiden nüfuslu paşaların himayesine girerek koltuk makam kapılırken, Reşid Paşa yabancı devletlere dayanarak kariyer yapma dönemini başlattı. Sadrazam ve paşalar, İngilizci, Fransızcı, Rusçu gibi isimlerle anılır oldu. Osmanlı aydını, spekülasyoncuların, büyük bankaların ve Avrupa devletlerinin elinde şaşkına dönüvermişti. Yabancı ticarethaneler ile bankalar tarafından yönlendirilen çoğunluğu yerli olan tüccarlar, Avrupa sanayi mamullerinin kırsal alana girişinin kolaylaştırılması için aracılık ediyorlardı. Avrupa’nın sermaye gurupları, Osmanlı topraklarında komprador tüccardan sonra komprador bürokrasi inşa ediyorlardı.”

      Sonuç: Başka kaynaklardan da defalarca doğruluğunu teyit ettiğim bu tarihi bilgiler ışığında sizlere sormak istiyorum; Türkiye’nin 1999 sonrası dönemi yukarıdaki tabloya benziyor mu? Benziyor ise yapabileceğimiz bir şeyler yok mu?[/size]

    • #47797
      inanç şinel
      Katılımcı

      Son dönemde İsrail Lübnan’ı işgal edip, İran Kandil Dağı'nı vururken, bütün Türk vatandaşları gibi benim de sık sık aklıma aynı soru geldi; biz neden aynı şeyi yapamıyoruz? Değerli dostlar, bu soruyu daha öncede sizlerle paylaştım ve son olarak dün çıkan yazımda yine bu gerçeği tespit ederek varolan hükümeti de eleştirdim. Konu hakkında bazı okuyucularımızdan daha önceki hükümetlerin de “aynı teslimiyet” dinamiği içinde hareket ettiğine, yaşadıklarımızın da bu dinamiğin devamı şeklinde olduğuna dair mesajlar geldi. Ben de objektif olmanın gereği olarak “acaba” sorusundan yola çıkarak denklemi geri sardım ve tarihsel bilgiler eşliğinde bulduklarımı sizlerle de paylaşmak istiyorum.

      Evet, okuyucularımızın da belirttiği gibi tarih Ortadoğu’da “hiçbir zaman rahat olmadığımızı” bize gösteriyor. Ama bir de her şeye rağmen değişmeyen bir gerçek var ki; 1999 sonrası, yani “Türkiye’nin finansal bir krizle dize getirilme” operasyonu başladığı günden bugüne, tarihin “en kötü, en zayıf, en teslimiyetçi” dönemini yaşıyoruz. Değerli dostlar, bu noktada geçmişe dönmek ve Türk ekonomisinin dışa bağımlılığını, Türk dış politikasının ekonomik yapımız ile korelasyonunu ve en önemlisi “neden İsrail gibi olamıyoruz” sorusunu sorduğumuz şu günlerde tarihi gerçekleri yansıtan bazı notları sizlere aktarmak istiyorum.

      * 1946 devalüasyonu ile Türkiye ekonomik olarak değişen dünya şartlarında ABD etkisine daha fazla girmeye başladı. SSCB'nin yayılmasını önleme amacında olan ABD Truman Doktrini çerçevesinde 1947 yılında Türkiye'ye 100 milyon dolar yardım kararı aldı. Gelişme içeride büyük tepki doğururken 1946 devalüasyon sürecinin de başbakanı olan Recep Peker yaptığı konuşmalarda Türkiye'nin kalkınmasını ABD'ye dayandırması gerektiğine dair mesajlar verdi.

      SSCB'nin yardım talebine red
      * Truman Doktrini'ni Marshall Planı takip etti. Haziran 1947'de Marshall Planı açıklandı ve planı kabul eden ülkeler program dahiline alındılar. Bu noktada bir yorum yapmamda yarar var; Türk kamuoyunda bu yardımın ABD'nin Türkiye'ye ne kadar önem verdiğini göstermek için bize özel şekilde yapıldığına dair yorumlar var, bunlar kesinlikle doğru değil. Bu plan dahilinde en az yardım alan ülkelerden biri Türkiye'dir. Örneklemek gerekirse, Fransa 3 milyar dolara yakın bir kaynak alırken, Türkiye sadece 300 milyon dolarlık bir finansman sağlayabildi.

      * Marshall Planı çerçevesinde Türkiye'ye yapılan telkin, çok ilginçtir ki 1978 Dünya Bankası raporu ile büyük benzerlik gösteriyor; ikisinde de “Türkiye sanayi ülkesi olmamalı” ifadesi açık ve net.

      * NATO olarak bildiğimiz yapının 1948 yılında temeli atılırken, Türk kamuoyundaki genel görüşün aksine, ABD, İngiltere ve Fransa, Türkiye'nin “dışarıda kalması” fikrini savundular. Türkiye'ye Kuzey Atlantik temelli bir oluşum olduğu söylenirken İtalya ve Fransa'nın Afrika topraklarının da kapsama alanı içine alınması Türkiye'nin istenmediğini net olarak gösterdi. Türkiye NATO'ya ancak Kore savaşı ve sonrasında artan SSCB tehdidi ile 1951 yılında dahil olabildi. Bu dahil oluş ABD'nin Türkiye üzerindeki askeri ve ekonomik kontrolünü artırırken, içeride olduğundan fazla algılanan bir Sovyet tehdidi oluşmaya başladı.

      * ABD 1954 yılından itibaren Türkiye'nin talebi olan 300 milyon dolar üzerinde bir yardım paketini onaylamazken Türkiye'ye sürekli devalüasyon baskısında bulundu. Bu süreçte SSCB'den gelen “ekonomik kalkınma odaklı” yardım talepleri ABD isteğiyle geri çevrildi. Türkiye istenen devalüasyonu yapıp topraklarında füze konuşlanması dahil her türlü izni ABD'ye vermesine rağmen yalnızca 30 milyon dolar alabildi. Bütün bunlar olurken bugün İsrail'in yaptığı Lübnan operasyonunun ilk versiyonunu gerçekleştiren ABD askerleri Türkiye'deki üsleri kullandılar.

      * 1960'lara yaklaşırken ABD'ne teslimiyet politikasının iflas ettiğini anlayan Menderes 1960 yazında Rusya'ya resmi bir ziyaret için gerekli randevuları aldı ama Başbakanlığı'nın süresi bu ziyarete yalnızca 40 gün kala askeri bir darbeyle bitti.

      Yeni doktrin : ULUSAL BİLİNÇ

      Sonuç: “Bağımsız olamama konusunda sadece bu hükümeti eleştirmek haksızlık olur” diyen görüşe katılmakla birlikte konu hakkında bir not düşmemde yarar var; 1940’ların Türkiye’si ile 2000 yılların Türkiye’si aynı değil. Dolayısıyla bugün “teslimiyetçi” olmak ile “o günlerde çaresiz olmak” arasındaki ayrımı da yaparak, tarihsel bilgiler eşliğinde sentezi sizlere bırakıyorum.

      Not: Bu sayfada yaptığımız tespitler sonrası sizlerden “durumu görüyoruz ama ne yapalım” sorusu geliyor. Çözüm Türkiye’de “Ulusal Bilinç” tezini yeni bir doktrin olarak hayata geçirmek. Nasıl olacak? derseniz, birkaç gün içinde birlikte bunu da tartışacağız. Bu noktada, “bugüne nasıl geldik ve neden Ulusal Bilinç” sorularına cevap aramak amacıyla Derviş’in Türkiye’ye geldiği günlerde kaleme aldığım yazımdan bir bölümü sizlere bir kez daha hatırlatmak istiyorum;

      “… Ekonomik tabanlı “destabilizasyon”, daha doğrusu “istikrarsızlaştırma” politikası maalesef ilk sonuçlarını vermeye başladı. Kim olduğu ve nereden geldikleri, algılamalarımızın kör edilmesi sonucu unutulan adamlar, şimdi kurtarıcı havalarında ülkenin yönetimine getirilmeye çalışılıyor. Şimdi bir sorun kendinize. Biz kimiz? IMF ve birkaç sermaye grubunun oyuncağı mı? Yoksa AB veya Amerika'nın paralı askeri mi? Üstümüzde oynanan oyunlara “DUR” diyemez ve bu gaflet uykusuna devam edersek, inanın çok geç olacak. “Ekonomik alanda gafletimizi, algılamadaki gafletimizle” birleştirip kullananların ve türevlerinin bir silahı daha var. “AB umut yolu”. AB'ye gireceğiz herkese aş, herkese iş gelecek diyenler. Gümrük Birliği'nin Türkiye aleyhine nasıl işlediğini, nasıl AB lehine varlık transferi gerçekleştiğini halka yıllar sonra nasıl açıklayacaklar?

      Hedef gayet açık. “AB kapısına asılmış, kişiliksizleştirilmiş ve AB, ABD arasında sıkışmış bir Türkiye. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük ve en planlı saldırısıyla karşı karşıya. Dünyanın en büyük enerji ve maden yataklarına giden bölgede anahtar konumda olan ve büyük bir işgücüne sahip bu ülke, maalesef dönüştürülüp, kişiliksiz bir geçiş bölgesi haline getirilmeye çalışılıyor.

      Bu eylemi hayata geçirenler bir şeyi gözden kaçırıyorlar. Biz üç, beş milyar dolar için bazı kavramlardan vazgeçmeyi içimize sindirebilseydik, savaşları yaşamadan, Cumhuriyet'in kurulması aşamasında yaşadığımız sıkıntıları çekmeden, hemen teslim olurduk.

      Gün “ulusal bilincin” uyanma ve algılamaları üzerindeki perdeyi kaldırma günüdür. Kimin “kim” olduğuna ve ne yapmak istediğine lütfen dikkat!…

      Ulu önder Atatürk diyor ki; “Türk halkını ancak ve ancak Türk halkının azmi ve iradesi kurtaracaktır”. Oynanan oyunları göremez ve bu tuzakların farkına varamazsak 2000 yılında sermaye piyasaları yoluyla ekonomik özgürlüğümüzü çekip alanlar, bir dahaki sefere ruhumuza pranga vurmak isteyecekler…”

      YİĞİT BULUT , REFERANS GAZETESİ

    • #47798
      inanç şinel
      Katılımcı

      İstanbul'un finans merkezi olma yolunda ilerlediğini ileri sürenler, buraların kontrolümüzden çıkıp adeta serbest bir bölge haline geldiğini göremiyor. Dili, dini, karakteristik özelliği kalmamış ama dünya sermayesinin odaklandığı bir yer.

      Son saatlerin gazete haberlerinden alıntılar; “Bir bankaya daha yabancı ortak geliyor, bir sigorta şirketi daha satıldı, bir banka daha tamamen yabancıların kontrolüne geçti, X gurubu cam sektöründeki iştiraklerinin tamamını Fransız Y gurubuna sattı…” Değerli dostlar, bu tip haberleri okuyunca bazılarımız “Türkiye çok iyi yönde ilerliyor” derken bazılarımız da “Bu iş bitiyor, Türkiye tasfiye ediliyor” şeklinde çıkarımlarda bulunuyor.

      Peki bu tip yorum ve çıkarımlardan hangisi daha gerçekçi?

      Benim fikrim çok belli olmakla birlikte “her şey satılınca, durum çok iyidir” yanılgısı içinde olanlara, gerçeği görme yolunda bir adım atmaları için, detayları bir kez daha aktarmak istiyorum. Bunu yaparken “bankaları” sorgulamaların “odağına” yerleştireceğim ve konuyu soru-cevap şeklinde detaylandıracağım.

      Soru 1- Banka patronlarının, sahip oldukları kontrol hisselerini bankanın sahipliği tamamen değişecek şekilde yabancılara satmaları, sadece “mal benim satarım” noktasından algılanıp değerlendirilebilir mi?

      Cevap: Banka dediğimiz yapı tamamen güven üstüne kurulan ve gerçek sahibi “patron” yerine oraya güvenip parasını yatıranlar olan bir dinamiktir. Daha açık ifadesiyle; bankayı banka yapan doğru yönetim ve yönetime birikimleri ile katılan, destek olan halkın teveccühüdür. Açıkçası; bankalar halkındır. Bir ülkede, yıllarca halk elindeki avucundakiyle bir bankayı desteklemiş, arkasında durmuş ve sonuçta ortaya “finansal-entelektüel” bir ulusal değer çıkmış ise; hiç kimse “kâğıt üstünde burası benim, istediğime satarım” anlayışında olamaz…

      Satılanlar ülkenin varlıkları
      Soru 2: Son dört yıl içinde gördükleri üç kuruş karşısında bunun küresel sermayenin Türkiye'ye teveccühü olduğunu düşünüp, “Her şeyimizi satalım” noktasına gelenler ve bu satışları “Türkiye kurtuluyor” şeklinde algılayanlar nerede hata yapıyorlar?,

      Cevap: Bu arkadaşlardan bazıları şirketleri “para” ettiği için ceplerini doldurup kenara çekiliyorlar, dinamiği “olumlu” algılamaları gayet doğal. Duruma “çıkar ilişkisinden uzak” olmasına rağmen “olumlu” bakan bazıları ise şu gerçeği gözden kaçırıyorlar; ister kamu malı olsun ister özel sektör şirketi, sattıklarımız hissedarların tek başlarına oluşturdukları yapılar değil, sattıklarımız bizim 80 yıllık emeğimiz-birikimimiz ile oluşan bu ülkenin varlıkları. Onları satarak aldığınız para, ülkenin içini boşaltarak verdiğiniz zararın ileride yüzde birini karşılamayacak. Ortaya şöyle bir yapı çıkacak, hatta çıkmaya başladı; zorlu bölgelerde yani insan feda etmek gereken yerlerde sınırlarını bizim beklediğimiz, servis sektöründe bizim çalıştığımız, içeride her türlü hizmeti düşük ücretle bizim yaptığımız (IMF'nin asgari ücret daha da düşürülsün isteği şirket sahipliğinin yabancılara geçtiği bir ortamda çok anlamlı) ama içerik açısından varlığımızın “0” olduğu bir ülke.

      Türkiye yol ayrımında

      Soru 3: Türkiye’nin uyguladığı parayı verene stratejisiz sat politikasını izleyen başka bir gelişmiş ülke var mı? örneğin “Merkez AB” dediğimiz ülkelerde, bankalarda yabancı oranı ne?

      Cevap: IMF ve AB kontrolü altında olmayan ve “gelişmiş ülke” olarak adlandırabileceğimiz, reel ve mali sektörü bu şekilde talan edilmiş bir örnek daha bulamazsınız. Burada tam bir yol ayrımındayız hatta zorunlu olarak seçimi yaptık diyebiliriz, ya Şili, Macaristan, Estonya olacağız ya da “gelişmiş, bağımsız” bir ülke olma yolunda ilerleyeceğiz… Bu noktada AB ülkelerindeki bankacılık paylarını da sizlere aktarmak istiyorum; Yabancıların gelişmiş AB ülkelerindeki payları şöyle; Avusturya yüzde 19, Fransa yüzde 19, Danimarka yüzde 17, İspanya yüzde 10, İtalya yüzde 8, Almanya yüzde 5, hatta Yunanistan'da bile yüzde 20. Dikkat ederseniz bize “her şeyi sat” diyen IMF’nin büyük ortakları kendileri aynı şeyi yapmamışlar. Hangi ülkelerde yabancı payı yüksek sorusuna gelince… Onu da arz edeyim; Meksika yüzde 82, Arjantin yüzde 48, Şili yüzde 42, Peru yüzde 47, Macaristan ve Polonya yüzde 65, Çek Cumhuriyeti yüzde 95, Slovakya yüzde 93, Estonya yüzde 100…

      Sonuç: “Türkiye çok iyi yolda gidiyor, İstanbul finans merkezi oluyor” gibi çıkarımlar yapanlar şunu göremiyorlar; buraları elimizden, kontrolümüzden çıkıyor, serbest bir bölge haline geliyor… Dili, dini, karakteristik özelliği kalmamış ama dünya sermayesinin (her türlü yerel kontrol haricinde) odaklandığı bir yer. Bu gidişatı doğru bulanlar için “durum çok iyi” ama bana göre inanın değil. Yaşadığımız süreç sonunda ortaya dünyanın kalbinde algılanan yeni bir serbest bölge çıkacak ama artık buranın adı “Türkiye” olmayacak… Böyle bir ülkede yaşamak istiyorsanız, sorun yok!

      YİĞİT BULUT , REFERANS GAZETESİ,08/09/2006

    • #47799
      inanç şinel
      Katılımcı

      Biz kaç kişiyiz
      Yeni siyaset ve samimiyet

      5 milyon küsur hit.(*)

      “Kaç kişiyiz biz”in beş milyon kez okunması ( şimdilik), Atatürkçülerin yanıtı olarak herhalde yeterince tatmin edicidir!

      “Bu yazıyı okuyan herkesi kendinizden saymıyorsunuz değil mi ?Ben örneğin Atatürkçü değilim!”

      “Kaç kişiyiz biz”in “diğer” taraftan yanıtı da budur.

      Samimi bir yanıttır.

      Ben buna saygı duyarım.

      Benim sıkıntım son dört yıldır karşımıza çıkma cesareti gösteremeyen,her ileri hamlesinden sonra kıvıran,içimizden satın aldıkları ile kendini örten ancak artık gizlenemeyenle ilgili.

      Ve işin bu tarafı hiç ama hiç samimi değildir.

      Ve son dört yıldır tepemize çöreklenen,kanımızı emen,bizi güçsüz düşüren,yabancılara dövdüren,kafamıza çuval geçirten,kendi davasını bile unutacak kadar çalıp çırpan,hainlik yapan,arkadan vuran ve sırtımıza soktuğu her hançerde yüzümüze “ben demokratım” diye gülümseyendir işte o samimi olmayan.

      Tıpkı Atatürkçülük ardına gizlenerek her birimizin, işini, eğitimini, adaletini, sağlığını, yaşamımızın her anında devletle ilgili her hak arayışımızı tozlu raflara kaldırmış olanlar gibi.

      Tıpkı tarihin bize,hatta belki de bütün insanlığa armağan ettiği en büyük adamlardan birinin yüzünü bronz bir büst haline getirip,düşüncelerini kalın kitaplar içine saklayıp,sözlerini sloganlaştırıp bizi uyuturken kendilerine güç merkezleri yaratanlar gibi.

      İşte bu iki zihniyetin mimarı oldukları sistem banka hortumcularını,iki yüzlü siyaseti,devlete sızan hatta kafa tutan mafyayı ve son olarak ta bugünü kurmuştur.

      Bu zihniyetler köy enstitülerini kaldırmayı kabul edip Türk insanının eğitim şansını elinden almış, Türkiye'yi ağa, aşiret,tarikat sarmalında boğarken kendilerine devletle halk arasında ballı badem, dokunulmaz alanlar yaratıp , her işlerini görmüşler ,servetlerine servet katmışlar,şan şeref sahibi olmuşlardır.Devlete küs bir halk, halkını sevemeyen bir devletin sorumlusu bu zihniyetlerdir. Türkiye'nin fakirliğinin sorumlusu bu zihniyetlerdir.Gelişemediğimizin,açlığımızın,aşağılık kompleksimizin ve şimdi de elimizde kalan son şey olan onurumuzu kaybedecek noktaya gelmemizin sebebi onlardır.Türkiye'ye bugün para uğruna ,zengin olma hayali uğruna Ata'sını sattırmaya çalışmıyorlar mı?Vazgeçin demiyorlar mı?

      Bu iki zihniyet çıkarları uğruna Türkiye'yi yıllardır kandırmıştır.

      “Takiyye ” bence Türkiye'nin 50 yıllık kanseridir .

      Olduğunu saklamak yada olmadığın gibi görünmek.

      Samimiyetsizlik.
      Korkaklık.
      Sinsilik.
      Menfaatperestlik.
      Ve tabi ki ,
      İhanet.

      Bu iki zihniyeti de yeni siyaset ,genç siyaset sona erdirecektir diye düşünüyorum.

      Yeni siyaset kim mi?

      “Kaç kişiyiz biz” sorusunun yanıtıdır yeni siyaset.

      Evet, “Kaç kişiyiz biz” sorusuna beş milyonun üzerinde (şimdilik) yanıt geldi.

      Evet, bu beş milyonun içinde, tıpkı bu yazının başında sözlerine yer verdiğim kişi gibi “Atatürkçü olmayanlar” da vardı.

      Evet,bu beş milyonun içinde bir yandan “bende Atatürkçüyüm “deyip bir yandan da sayaca inanamayacak kadar güvenini yitirmiş olanlar da vardı.

      Evet,o yazı orada durduğu sürece bu beş milyona eklenecek çok beş milyon var.

      Evet,bu beş milyonun dışında, Türkiye'de bilgisayarı olmayan ,interneti bilmeyen daha nice milyonlarca Atatürkçü var.

      Gelen binlerce mesajı,yorumu okuduktan,milyonların nasıl birbirine kenetlendiğini gördükten sonra kaç kişi olduğumuzdan şüpheniz kaldı mı ?

      Bu yazının okunma sayısı ile ilgili samimi düşüncelerim bu.
      Ve zaten bu sayının hiçbir önemi yoktu.Yok.
      Sonuç ,ilk yazıda da söylemeye çalıştığım gibi,zaten baştan belliydi.

      Peki öyleyse durup dururken,küfür yiyip damarına basılmak hariç, bu yazıyı niye yazdığım sorusu geliyor akla .

      Şahsi reklam,site reklamı gibi saçmalıkları bir yana bırakırsak Türkiye'de “Atatürkçüleri saymayı gerektirecek”,yada “siz kaç kişisiniz Atatürkçüler” sorusunu sorma cesaretini verecek,yada kendimize kendimize “azaldık mı acaba” diye düşündürecek bir zemin var mıydı ?

      Acaba Cumhuriyet gazetesindeki aydınlar “tehlikenin farkında mısınız” derken kafayı mı yemişlerdi?

      Bende bu paranoyanın bir parçası mıydım?
      Bir ülke toptan bir deliliğin pençesine düşmüş olabilir miydi?
      Yoksa Türkiye ,cumhuriyet tarihinin en büyük takiyyesi,samimiyetsizliği ile başaka bir noktaya mı çekiliyordu?

      Gelin birlikte düşünelim:

      Türkiye son dört yıldır büyük bir medya karartması altında mı?
      Evet.

      Büyük basının neredeyse tamamı teslim vaziyette mi ?
      Evet.

      Bunun sebebi hükümetle vazgeçilmez iş ilişkilerinde olmalarından kaynaklanmıyor mu?
      Evet

      Büyük basının,medya organları düne kadar görüşlerine karşı oldukları yazarları gazetelerine bu sebepten transfer etmediler mi ?
      Evet

      Bu köşe yazarları olan biten her şeyi çarpıtıp yada olmamış gibi gösterip medya karartmasında yada türkçesi halkın kafasını bulandırma operasyonunda en önemli görevi yapmıyor mu?
      Evet

      İslami diye nitelendirilen basın ki ben bu adlandırmaya en başından beri karşıyım.
      İslami basın adlandırması hepimize açılmış bir üçkağıttır.Bir başka kafa bulandırma oyunudur.
      “İslami basını takip edenler müslüman, etmeyenler değil”.İşte bu kadar basit bir zihin yıkama oyunudur bu.
      Bu oyun Türkiye'de inançlı kesim üzerinde yıllardır oynanmaktadır.
      Bu basının adı olsa olsa anticumhuriyetçi,antidemokratik,antilaik yada karşı devrimci basın olmalıydı.
      İşte bu basın her zamankinden fazla güçlenip,iktidarın her türlü nimetinden beslenmiyor mu?
      Evet

      İktidar partisi ile laisizm,milliyetçilik,Atatürkçülük,yolsuzluk,bağımsızlık meselelerinde mücadele eden muhalefet partilerine üye olan işadamları bile hükümete hoş görünmek için bu kanallara reklam vermiyor mu?
      Evet

      Bu reklamlarla beslenen antidemokratik basın Türkiye'nin özellikle az eğitilmiş kesimlerine seslenecek hertürlü yayını ile hükümet partisine yeni oy depoları sağlamııyor mu?
      Evet

      Atatürk devrimine “karşı devrimin “zamanı geldiğinin hatta geçtiğinin ve hatta gerçekleşmekte olduğunun,psikolojik,sosyolojik,toplumsal analizleri bu televizyon ve gazetelerde makaleler ve yorumlar halinde tefrika tefrika yer almıyor mu?
      Evet

      Ailesinde,” Atatürk'le silah arkadaşlığı yapmış,soy isimleri Atatürk tarafından konmuş , laik cumhuriyeti destekleyen sanat,iş ve siyaset alanlarında vakıflar,partiler,dernekler kurmuş” büyükleri bulunan işadamları,yeşil sermaye ile patlatılan inşaat,enerji,medya sektörlerinden pay alabilmek için özelleştirme peşkeşlerinden nemalanabilmek,yıllardır beklettikleri kaçak ,kanunsuz işlerini legalize etmek için hükümet mensuplarıyla birarada görünmeye ,onlarla aynı sofralara oturmaya çalışmıyor mu ?
      Evet

      Milli eğitim bakanlığında gizlenen kadrolaşma iddiaları hükümetin güç kaybetmesi üzerine bir bir ortaya çıkmıyor mu?
      Evet

      Bu kadrolaşmanın sonucu olarak cumhuriyet Türkiye'sinde hiç görmeyeceğimizi sandığımız türlü rezillik manşetlere taşınmaya başlamadı mı?
      Evet ,evet

      Son dört yıldan beri çocuklarımızı emanet ettiğimiz okullarımızda, antilaik eğitim sistemine doğru kayıldığı iddiasına doğru diyebilir miyiz öyleyse ?Çocuklarımız göz göre göre zehirleniyor mu?
      Evet,evet.

      Bazı belediyeler içki yasağı getimeye çalışmadı mı ?
      Evet

      Cumhuriyet tarihinde ilk kez Danıştay basılıp ,laisizmi savunanan hakimler vuruldu ,türban yüzünden şehit edilmedi mi?
      Evet

      Şehit edilen hakimin cenazesi sırasında sayın başbakan kavşak açmadı mı ?
      Evet

      Şehit edilen hakimin naaşı yeni toprağa verilmişken aynı gece sayın Başbakan gençlik şöleni düzenlemedi mi ?
      Evet

      Bu katliamdan hemen sonra bazı bakanlar çıkıp “bu işin altından başka şeyler çıkacak “dedi mi?
      Evet

      Soruşturma sırasında isminin içinde Atatürk geçen bir sürü uyduruk örgüt yakalanıp ,bir şey çıkmayınca serbest bırakılmadı mı ?
      Evet

      Yani “bu işin altından başka şeyler “çıkarılmaya çalışıldı ama çıkmadı mı?
      Evet

      Bazı belediyelerin dağıttığı resmi kitapçıklarda, Çanakkale savaşını bulutlardan gelen ermişlerin kazandığı iddiası yer almadı mı?
      Evet

      Bu belediyelerin başkanları ile ilgili hiçbir şey yapılmadı mı?
      Evet

      Sayın Başbakan PKK belası yıllar önce sona erdirilmiş,Abdullah Öcalan yıllar önce hapse atılmış,Kürt kökenli vatandaşlara kendi dilinde yayın gibi sosyal haklar verilmişken ,”Türkiye'de Kürt sorunu vardır “demedi mi?
      Evet

      Güneydoğuda sona erdirilmiş terör yeniden başlamadı mı?
      Evet

      Diyarbakır başta bütün güneydoğuda devlet görevlileri ,polis,jandarma aileleri sokağa çıkamaz hale gelmedi mi?
      Evet

      Neredeyse hemen her gün bir şehit haberi gelmiyor mu?Bir ananın daha yüreği yanmıyor mu?
      Evet,evet.

      Irak'ta Türk askerinin başına çuval geçirilmedi mi?
      Evet.

      Askerlerin görevi yeri geldiğinde ölmek değil midir?
      Evet

      Sayın Başbakan,sayın Genelkurmay Başkanına “hocam” demiyor mu?
      Evet

      Van savcısı ağustosta Genelkurmay Başkanı olması beklenen ve Atatürkçülüğü ile öne çıkan Kara Kuvvetleri komutanı hakkında çetecilikten iddianame hazırlamadı mı?Van'da Türkiye'nin terörle mücadelesi 35'şer yıla mahkum edilmedi mi?
      Evet,evet

      Laik kimliği ile tanınan Van üniversitesi rektörü hapse atılmadı mı?
      Evet

      Üniversite genel sekreteri suçsuzken hapsedilmiş olmanın psikolojik baskıyla kendini asmadı mı?
      Evet

      Rektör suçsuzluğu ispat edilip serbest kalmadı mı?O zaman intihar eden genel sekreter pisi pisine ölmüş olmuyor mu ?
      Evet,evet.

      Diğer rektörler üzerinde, sorguya çağırmak gibi benzeri uygulamalarla baskı kurulmuyor mu?
      Evet

      Bütün bu baskı ve germe politikalarıyla, bu ağır propagandayla Laisizm= Atatürkçülük=Dinsizlik 'tir denmeye çalışılmıyor mu?

      Evet

      Bitmedi.23 nisanda çocuk diye 21 yaşında ki adamları -yaşıtları terörle mücadelede şehit bayraklarına sarılırken- meclis kürsüsüne çıkarmadılar mı?
      Evet

      Bu adamların ortak özelliği İmam Hatip'li olmaları değil miydi?
      Evet

      Acaba bu operasyon hükümetin meclisteki bir güç gösterisi değil miydi?
      Evet

      “Bak beğenmediğin imam hatipliyi,seninle dalga geçer gibi, yaşı geçkin olsa da çocuk diye getirip buraya oturturum “diyenler tabanlarına mesaj vermek için Türkiye Büyük Millet Meclisini ve Atatürk'ün çocuklara hediye ettiği bayram gününü siyasetlerine alet etmiş olmadılar mı?
      Evet

      Bu skandal sonrası Meclis Başkanı çocuk kılığındaki adamları savunmadı mı ?
      Evet

      Meclis Başkanı, Danıştay saldırısı sonrası aynı şekilde, saldırıyı yapan kişi hakkında savunma konuşması yaptı diye eleştirilmedi mi?
      Evet

      İktidar partisine bağlı belediyelerle ilgili yolsuzluk haberleri Ali Dilbo manşetleri ile ayyuka çıkmadı mı?
      evet

      İktidar partisinin milletvekili “yolsuzluk ayyuka çıktı” dediği için partisinden ihraç edilmedi mi?
      Evet

      Başbakanın danışmanı olarak Amerika'ya giden kişi,Türkiye Cumhuriyeti Başbakanını kastederek ” bu kişiyi delikten süpürmeyin” demedi mi ?
      Evet

      3 kasım seçimlerine kadar neredeyse hergün düzenlenen türban eylemleri, bu hükümet görev başına geldikten sonra bıçak gibi kesilmedi mi ?
      Evet

      Başbakan sıkıntıya düştüğü son zamanlarda yine türban kartını açmadı mı?Berlin büyükelçisi herkesin gözü önünde Başbakan tarafından türban yüzünden azarlanmadı mı?
      Evet ,evet

      Bu iki örnek bile bize türbanın bir inanç özgürlüğü arayışı değil bir siyasi baskı aracı olarak kullanıldığı hakkında yeterli fikir vermiyor mu?
      Evet

      Bu listeye eğer istersem yüzlerce madde daha ekleyebilir miyim?Ekleyebilir misiniz?
      Evet,evet.

      Demek Türkiye 'de son dört yılda “Kaç Atatürkçü var” sorusunu sorma zemini, göz göre göre ,bile bile yaratılmış.

      Demek ki ne ben ne de milyonlarca sıkıntı yaşayan Atatürkçü kafayı yememişiz.

      Demek ki Türkiye'de Atatürkçü geçinip yolunu bulan çok kişi varmış.

      Demek ki gerçek Atatürkçüler basit bir çağrıda bile beş milyon,on milyon toplanabiliyormuş.

      Demek ki gerekirse altmış milyon gerçek Atatürkçü gereken yanıtı verebilirmiş.

      Ve demek ki yeni siyaseti belirleyecek temel merkez güç herkese ,herşeye inat Atatürkçülük olmalıymış.

      Ben Atatürkçü değilim diyen herkesi bu büyük adamı bir kez daha okumaya hatta onu aşacak fikir bulurlarsa açıklamaya ,yazmaya davet ediyorum.

      Atatürkçülüğü bugüne kadar bize, size ,herkese dayatılan bir kara kaplı kitap sananlar,öyle kullananalar,karşısında bu savla duranlar bugün kaybettiğimiz her erdemin sorumlusudur.

      Yeni siyaset, Atatürkçülüğü:

      Büyük olmaya,

      Bağımsız olmaya,

      Güçlü olmaya,

      Akıllı olmaya,

      Medeni olmaya,

      Cesur olmaya bir çağrı olarak kabul etmektedir.

      Yani özünde olduğu gibi.
      Arkasında saklanacağımız değil önünde duracağımız bir Atatürkçülük ve yeni siyaset Türkiye'nin çıkış noktasıdır.

      Şimdi bir kez daha soruyorum ve yine yanıt bekliyorum

      Yeni siyaseti siz belirleyeceksiniz:

      Yeni siyasete var mısınız?

      kck

      Önceki yazı “Kaç kişiyiz biz?” i okumak için tıklayın

      (*) 25 Temmuz tarihinde okunma sayısı 11.215.896'a ulaşmıştır.

      Kerimcan KAMAL , KANALTÜRK TV , http://www.kanalturk.com.tr ,

    • #47800
      ozan
      Katılımcı

      Van'ın Erciş ilçesine bağlı Ulupamir köyünde geçici köy korucusu olarak görev yapan Kırgızlar, terör örgütüyle mücadelede verdikleri ilk şehidin ardından intikam yemini ettiler.Erciş ilçesine 30 kilometre uzaklıktaki 3 bin nüfuslu Ulupamir köyünde yaşayan Kırgız asıllı Türkler, geçici köy korucusu Abdüsselam Yar'in 5 gün önce güvenlik güçleriyle terör örgütü PKK üyeleri arasında çıkan çatışmada yaşamını yitirmesiyle ilk şehidini verdi.

      Korucu başı Hüdayar Seçilmiş, 1984 yılından bu zamana kadar terör örgütüne kaşı mücadele verdiklerini ve 1990'lı yıllarda köylerindeki korucu sayısının çoğalmasıyla çeşitli operasyonlarda görev almaya başladıklarını belirtti.Terör örgütüne karşı uzun yıllardır sürdürdükleri mücadelede ilk defa şehit verdiklerini, ancak bunun mücadeleden vazgeçmek anlamına gelmediğini vurgulayan Seçilmiş, ''Çatışmada 6 terörist öldürdük, fakat şehidimizin intikamını daha ağır alacağız ve kanı yerde kalmayacak'' dedi.Hainlerin bilmesi gereken şeyin vatanın bölünmez bütünlüğü olduğunu dile getiren Seçilmiş, vatanı bölmek isteyen işbirlikçilerin kökünü kazıyıncaya kadar şehit vermeye devam edeceklerini ifade etti.

      ''Türk bayrağı uğruna hepimiz canımızı vermeye hazırız'' diyen Seçilmiş, 1982 yılında geldikleri Türkiye'yi kendi vatanları olarak kabul ettiklerini ve burada olmaktan mutluluk duyduklarını dile getirdi. Şehit korucu Yar'in silah arkadaşları ise kardeşlerinin kanının yerde kalmayacağını belirterek, şöyle konuştular:''Elimizden gelen çaba ve güçle Türk Silahlı Kuvvetlerinin yanında yer alıp, teröristlerin peşine düşerek kardeşimizin kanını yerde bırakmayacağız. Vatan için bayrak için kardeşimizin intikamını almak için ant içtik. Bu yolda canımız fedadır. Umarız biz de kardeşimiz gibi şehit olur ve o mertebeye ulaşırız. Kardeşimizin şehit olması bizim için gurur vericidir. Ne mutlu bize ki vatanımız için şehit verdik. Vatanı parçalamaya kim cüret ederse etsin daima karşısındayız. Hainler bilmeli ki bir Abdüsselam şehit olsa, bin Abdüsselam da şehit olmaya hazırdır.''

      * ORTADOĞU GAZETESİ  21 EYLÜL 2006  SAYISINDAN ALINTIDIR

    • #47801
      ozan
      Katılımcı

      Sevgili dostlar tesadüfe bakın ki tamda sayın Cumhurbaşkanımız Rusya'da temaslar yaparken Arı grubunun İstanbul'un lüks otellerinden birinde düzenlediği bir etkinlikte Amerika meydan okuyordu.
      Karadenizde demokratikleşme konulu toplantıda ki siz bunu Karadenizde Rusya'ya karşı mutlak Amerikan hakimiyeti olarak anlayın, Amerikalı ve Amerikan yanlısı pek çok şahıs buraların yeni patronu biziz mesajını veriyorlardı ve görünen o ki Amerikanın Karadeniz hakimiyetinin ana üssü Türkiye olarak planlanıyor.
      Toplantının ana sponsoru Marshall fonu, evet bu ellili yıllarda Türkiye'yi Amerikan kucağına oturtan para dağıtma fonuyla aynı fon yalnız şimdi ismi Alman Marshall Fonu olmuş. Bunun sebebi de 1970'li yıllarda Marshall Fonunun Almanlara devredilmesi ve Amerikan çıkarlarının Avrupa bekçiliğinin Almanlara ihalesi. Bu fonun yönetiminde Yahudi asıllı Amerikan diplomatı ve şu an Kohen Grup isimli bir Yahudi finans grubunda çalışan Marc Grossman ve başta Amerikanın devlet gazetesi Washington Post yazarlarından tutun pek çok büyük şirketin yönetim kurulu üyeleri de bulunmakta.
      Marshall Fonunun yeniden Türkiye'de faaliyete geçmesi ise Amerikanın Karadeniz operasyonuna yöneliktir.
      Mayıs 2005'de Türkiye'de bir ofis açan Marshall Fonunun açılış resepsiyonuna MGK'nın ilk sivil genel sekreteri Yiğit Alpogan, Washington Post gazetesinin Bushcu yazarı ve Marshall fonu yöneticisi David Ignatius ve Alman Bankası Deutche Bankın Türkiye
      temsilcisi katılmıştı. Bu tarihten bir sene kadar sonra Haziran 2006'da Marshall Fonu yaptığı açıklamada Karadeniz Bölgesindeki demokratikleşme çalışmaları için milyonlarca dolar ayırdığını açıkladı ve dikkat edin hemen sonra 29-30 Haziran arasındaki
      bahsettiğimiz Arı grubu desteğiyle yapılan Karadeniz konferansı geliyor. Umarım olayı anlamışsınızdır.
      Karadeniz bölgesindeki bu “demokratikleşme” faaliyetlerine en büyük parayı ise Charles Mott vakfı veriyor. Eski General Motors yöneticilerinden biri olan Charles Mottun kurduğu bu vakıf daha sonraları Amerikan Devleti kontrolüne geçmiştir. Bu vakfın
      Türkiye'de ilginç çalışmaları da olmuştur. Mesela örnek olarak Mott Vakfının desteklediği Almanya merkezli Avrupa İstikrar Girişimi-ESI isimli bir örgüt “İslami Kalvinistler” diye bir rapor yayınlamış ve özellikle Türkiye'deki dinde reform çalışmalarına destek vermiştir. Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde Ilımlı İslam yaratma çabalarına dahil edebileceğimiz bu raporda ilginç bir şekilde kadın erkek karma cemaatli namaz kılmanın teşvik edilmesi savunuluyordu.
      Hatırlayın bakalım geçenlerde kadın erkek namaz kılan
      danışman Zapsunun karısı ve arkadaşlarını. Ne kadar ilginç değil mi. Marshall fonunun Türkiye ofisinin başında Hava Kuvvetlerinden emekli Suat Kınıkoğlu bulunmakta. Kanada Uluslararası Gelişme teşkilatı ve ANKAM düşünce kuruluşlarında çalışan Kınıkoğlu bir
      süre Yeni Yüzyıl gazetesinde yazarlık da yapmıştı. Marshall Fonu bursuyla eğitim gören Kınıkoğlu gördüğümüz kadarıyla eğitim sonunda başarılı olarak Türkiye bürosunun başına geçirildi. Karadenizde demokrasi konulu bu toplantının sponsorları arasında
      kapitalizm ve liberalizmin yayılmasını amaçlayan Alman Adenauer vakfı ve NATO Kamu diplomasisi bölümü de var.
      Şimdi bu NATO kamu diplomasisi bölümü, başında Fransız eski savunma bakanı Jean Fournet olan NATO'nun psikolojik harp bölümüdür ve amacı NATO'nun dünyadaki imajını hep iyi tutmak ve NATO operasyonları kapsamında psikolojik harekatlar gerçekleştirmektir. Toplantının davetiyesinde bir isim daha dikkatimi
      çekti. Bu kişinin ismi Joel Sprayregen. Bu kişi Amerikanın en fanatik Siyonist oluşumlarından biri olan JINSA yönetimindedir. 2003 senesinde gene Arı hareketinin düzenlediği bir toplantıya da katılmış ve orada şu lafları etmişti “Türkiye ya bizimledir ya da karşımızdadır. Birçok Amerikalı artık böyle hissediyor. Ümit ederim ki siz bizimle beraber olursunuz” O dönem bizi böyle tehdit eden bu Siyonist acaba bu toplantıda ne dedi çok merak ediyorum .
      İlginç isimlerle dopdolu ve resmen Amerikanın Türkiye merkezli Karadeniz hakimiyetinin meydan okuması gibi olan bu toplantının bastırılan davetiyesinde yazdığına göre masraflarını karşılayan “hayırsever” kurumlar ise şunlarmış CNR Holding, Doğuş Grubu, BP, Petrol Ofisi, Çalık Holding, ATS, Amerika Birleşik Devletleri Başkonsolosluğu, Hollanda Krallığı Başkonsolosluğu,
      Prime Class CP Service, Metafor Reklam, Xlarge Design, Turkish Policy Quarterly. Evet ülkemizin resmen Amerikan imparatorluğunun işgal ve fetih planlarının merkez üssüne çevrildiği bu günlerde Milli bir yönetimin eksikliğini çok daha derinden duyuyoruz.

      * 21 EYLÜL 2006 ORTADOĞU GAZETESİ

      * buyurun buradan yakın  artık  bilinmeyenler  saman altından yürütülmeye  çalışan işler  piskolojik harp adı altında yapılan organizasyonlar artık  biliniyor .  BURADAN CIKAN SONUC İSE  ANGAJE  OLMUS  BİLGİLER  GERCEK AMACLARINI GUTMEDİĞİ  ALELANEN  ORTADIR…..

    • #47802
      ozan
      Katılımcı

      Hiçbir zaman halktan kapmamak gerekiyor. Halkın güvenini almak,her konuda atılacak adımda başarı demek oluyor. Yıllardır halktan kopanların sonunu gördük. Halkın içinde olup,halkın desteğini alanların da ne konumlara geldiğini izledik.

      Geçtiğimiz günler içinde asker-halk kucaklaşmasını ve bütünleşmesini gördük. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ ile Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Işık Koşaner terörün kol gezdiği Hakkari'de sokaklara indiler. Hakkari halkı ile kucaklaştılar. Onlarla sohbet edip, dertlerini ve sıkıntılarını dinlediler.

      Böylesine kritik günlerde komutanların halkla kucaklaşıp bütünleşmesi hiç kuşkusuz küçümsenecek bir olay değildir. Üstelik Hakkari sokaklarını yaya yürüyen ve halkın desteğini sağlamak da ayrı bir başarılı adımdır.

      “SİZİ GÖRÜNCE İÇİM RAHATLADI”

      Burada üzerinde özellikle durmak gereken konu şudur:

      Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ Hakkari'de halkla kucaklaşırken esnaftan gelen “Komutanım her zaman sizinle beraberiz” sözleri bu bütünlük ve kucaklaşmanın çimentosu olmuştur. Komutanların böylesine rahat hareketleri ve halkın içine girmelerinin de yöre halkını rahatlattığını özellikle vurgulamak istiyoruz.

      Başbuğ'un da “Bu sözleriniz bizim için önemlidir. Sizler arkamızda ve yanımızda olduğunuz süre içinde 2-3 mikrobu buralarda barındırmayız. Bu sözleriniz içimizi rahatlattı” demesi de böylesi bir kucaklaşmanın başarıya doğru yol alması anlamındadır. Aynı zamanda bu terör odaklarına da anlamlı mesjdır.

      Zaten, PKK'lılar sinsi oyunlarını kendi halkı üzerinde de yoğunlaştırıyor. Halkın çoğu bu nedenle PKK'dan siniyor. Bu eli kanlı örgüte destek vermiyor. Destek vermek durumunda kalanlar da korkudan ve başlarına geleceklerden dolayı böyle hareket etmek durumunda kalıyorlar.

      Komutanların yöre halkının yanında olmaları bu açıdan değerlendirildiğinde önem kazanıyor. Çükü, yöre halkı destek bekliyor, şefkat bekliyor, moral bekliyor. Askerlerin Hakkari'de başlattıkları bu moral kucaklaşmasının diğer illerde de yayılarak sürmesini bekliyoruz. Bunun sonuçlarının mutlaka er geç alınacağı inancındayız. Üstelik kendi seçim bölgelerine girmeye çekinen siyasilere de bu hareketler örnek olacaktır.

      “KÖKÜNÜ KAZIYACAĞIZ”

      Askerlerin, özellikle komuta kademesi değişikliğinden sonra terörle mücadele konusunda daha kararlı bir tutum sergilemelerini hem takdir ediyor hem de umutla izliyoruz. Gerek Genelkurmay Başkanı ,gerekse diğer komutanların bu konudaki kararlılığına tüm siyasilerin, sivil toplum örgütlerinin ve de özellikle yöre halkının tam desteği kaçınılmazdır.

      Terörle mücadelede kararlı olmak, gereken her türlü önlemi almak, yöre halkının desteğini sağlamak, en önemli unsurlardır. Komutanlar, bu duyarlılığı gösteriyorlar. Her söylemlerinde de terörün kökünü mutlaka kazıyacakları sözü veriyorlar.

      Bu kararlılık, hem şehit aileleri üzerinde, hem çocuklarını askere gönderenlerde, hem de teröre karşı tepkili olan halkta moral kaynağı oluyor.

      Şehit ailelerine askerliğin yan gelip yatma yeri olmadığını söyleyerek tepki alanlar, hiç değilse komutanların bu duyarlı hareketlerinden az da olsa ders alsalar.

      Bakınız, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ, Hakkari'de neler söylemiş:

      “Teröre kim neden oluyor bunu bilmek lazım. Bu terör belası bitsin,bizim de canımız yanıyor. Hakkari Dağ Komando Tugayı bugüne kadar 974 şehit vermiştir. Köy korucuları ile birlikte 1800 şehit verdik. Bu şehitleri boşu boşuna vermedik. Bakın, bu şehitler olmasa,biz bugün burada olmazdık. Her şey daha güzel olacak.”

      Bugüne kadar asker ile yöre halkını karşı karşıya getirmek isteyenlere de bu kucaklaşmanın anlamlı bir ders olacağına inanıyoruz. Askerlerimizde bu kararlılık oldukça, yöre halkının da desteği arttıkça PKK terörü belasının beklenende de kısa sürede üstesinden gelineceğinden hiç kimse kuşku duymamalıdır.

      O nedenle, komutanların Hakkari'deki halkla kucaklaşma ve bütünleşme olayını önemsiyoruz. Özellikle de siyasilere ders olmasını diliyoruz. Bu ülkenin topraklarının bölünmez bütünlüğünün de ancak bu anlayışla korunacağına inanıyoruz.

      *  21 EYLÜL 2006  ORTAGOĞU GAZETESİ

      KUŞKUSUZ Kİ BUNUNLARI  HER KOMUTAN YAPAMAZ  YA BİRŞEYLER YAŞAYACAKSIN YADA  BİRŞEYLER FARKINA  VARACAKSIN …  BENCE YAPILMASI VE BAŞLANMASI  GEREKEN HATTA  GEC KALINAN BİR DAVRANIŞTIR  BU NEDENDEN DOLAYI  KENDİLERİNİ  BUIRADAN  SİZLER HUZURUNDA  KUTLAMAK İSTİYORUM VE EBET MÜDET DEVLETİN EBET MÜDDET SAVAŞCILARI OLARAK HER ZAMAN  BU ŞANLI ORDU İÇİNDE GÖREVE  HAZIRIM / HAZIRIZ  DİYORUM..

        YANLIZ  MADALYONUN  BİRDE DİĞER YÜZÜ VAR !!!! 
          * ZAMANINDA  GUNDÜZ  ASKERE  SU EKMEK VERİLEN EVLERDEN  GECE YARILARI  AYNI ASKERİN ÜZERİNE  KELEŞ NAMLULARI DÖNMEDİ Mİ ?

          * GUNDUZ  ASKERİN SUBAYIN ASTSUBAYIN İHTİYACINI KARSILAYAN ESNAF GECE OLUNCA  ELİNE SİLAHLARI ALIP DAĞA CIKMIYORMU ?

          * OPERASYON SIRALARINDA  KÖYE ASKER GELDİ DİYE  BAHCELERİNE  CAMLARINA  ÇEŞİTLİ ÇAMASIR ASIP DAĞDAKİ  ÇAPULCUYU KOLLAYAN BESLEYEN BUNLAR DEĞİLMİYDİ ?

      TAMAM  BELKİ  COK ACIMASIZ OLABİLİRM AMA  ON PARMAĞIN ONUNUN  BİR OLMADIĞINI  BİLDİĞİM GİBİ  GECMİŞTEN DERS CIKARTMAYIDA BİLİYORUM !!!!

    • #47803
      ERTEKİN
      Katılımcı

         

           Değerli üyelerimizin günlk gazete dergi vb yayın organlarından zaman zaman ilginç yazıları sitemize taşıdığı ve bizimle paylaştığını görüyorum.Son zamanlarda sıkça karşılaştığımız bu olayı her seferinde ayrı başlık açarak ayrı konular altında takip etmeK yerine tek bir başlık altında takip edilmesinin hem konunun bütünlüğü ve formatı hem de sitemizde yer alan diğer konularun önüne geçmemesi açısından GÜNLÜK GAZETELERDEN SEÇTİĞİNİZ KÖŞE YAZILARI BAŞLIĞI ALTINDA  toplamayı uygun görüyoruz .

           İlginize teşekkür eder devamını dileriz

    • #47804
      ozan
      Katılımcı

      yaaa inanç kardeşim  ben tam olarak anlayamadım  RANTIN BİTTİĞİNİ KİM SÖLEMİŞ  ??  EFENDİM DUYAMADIM !!!!

      kardeşşş  sana  biraz  örnek sunayım bakalım haklımıyım haksızmıyım ….

      1)  EN BASİT  BEYKOZ UMUZU ELİMİZE ALALIM   

         *  VARAN 1 :  ACARLAR 
         *  VARAN 2 :  ACARİSTANBUL
         *  VARAN 3 : KAPATILAN FABRİKALARIN VE  KAPATILMAK ÜZERE  HAZIRLIKLARI  YAPILAN  TÜRKİYENİN İLK VE TEK  COCUK GÖĞUS HASTALIKLARI HASTANESİ !!!

          ( bunlar burnumuzun  dibinde olup bitenler )

      2 )  GUNEY DOĞU VE ÖZELLİKLE  BOĞAZLARIN YABANCI UYRUKLU Kİ ÖZELLİKLE İŞ ADIMI  SIFATINDA  YADA  HOLDİNG BUNYESİNDEKİ BİRİMLERE  TOPRAK PAZARLANMASI !!!!!

      3 ) BUTUN BUNLAR YETMEZMİŞ GİBİ  VATANDAŞIN SIRTINA BİNDİRDİKLERİ  VERGİLER
         
          * EMLAK  VERGİS
          * KAPININ  ÖNUNE BIRAKTIĞIN ARABANIN  OYOPARK  ÜCRETİ
          * YEDİĞİN İÇTİĞİN  VAZGEÇİLMEZİN OLAN İHTİYAÇ MADDELERİNDEN

      4 )  ÖZELLEŞTİRME ADI ALTINDA  TÖRENLE ELLERİMİZLE  EMANET ETTİĞİMİZ  CAN DAMARLARIMIZ

          *  TAM HATIRLAYAMIYORUM AMA  YANILMIYORSAM  BURDUR  TARAFINDA  DÖNUMLERCE SEKERPANCARI FABRİKASI ÖZELLEŞTİRME ADI ALTINDA  SATILDI . ALAN FİRMA  BU FABRİKANIN BİR BÖLUMUNU  YANİ BAHCESİNİ   ALDIĞI FİYATIN UZERİNDE BİR MEBLAYA  SATTIYOR..

      BUTUN BU ÖRNEKLERE  RAĞMEN  KİM DERSE DESİN KİMSE BENİ RANTIN KESİLDİĞİNE  BİTTİĞİNE
                               İ-NAN-DI-RA-MAZ

      KENDİNE İYİ BAK KARDEŞİM GÖRSMEK ÜZERE  ;)

    • #47805
      inanç şinel
      Katılımcı

      Maalesef rantın bittiği yok OZAN kardesim, bundan önceki hükümetlerin zamanındakiyle aynı olmakla birlikte fazladan duran yada topluma yansıması daha belirgin olanlar var.YİĞİT BULUT abimizin bir tespitine konuyla ilgisi bakımından yer vermek istedim;

      “Şimdi bir SORALIM kendimize. BİZ KİMİZ ?

      IMF ve birkaç sermaye grubunun oyuncağı mı? Yoksa AB veya Amerika'nın paralı askeri mi? Üstümüzde oynanan oyunlara “DUR” diyemez ve bu gaflet uykusuna devam edersek, inanın çok geç olacak. “Ekonomik alanda gafletimizi, algılamadaki gafletimizle” birleştirip kullananların ve türevlerinin bir silahı daha var. “AB umut yolu“. AB'ye gireceğiz herkese aş, herkese iş gelecek diyenler. Gümrük Birliği'nin Türkiye aleyhine nasıl işlediğini, nasıl AB lehine varlık transferi gerçekleştiğini halka yıllar sonra nasıl açıklayacaklar?

      Hedef gayet açık. “AB kapısına asılmış, kişiliksizleştirilmiş ve AB, ABD arasında sıkışmış bir Türkiye. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük ve en planlı saldırısıyla karşı karşıya. Dünyanın en büyük enerji ve maden yataklarına giden bölgede anahtar konumda olan ve büyük bir işgücüne sahip bu ülke, maalesef dönüştürülüp, kişiliksiz bir geçiş bölgesi haline getirilmeye çalışılıyor. “

      İşte Rantı kendi halkı için değilde Arap Sermayesine,AB'ne,ABD'ne düşünen zihniyet budur.

      Herşey Türk halkı için YAPILMALI ; adalet,refah,özgürlük,insanca yaşanabilecek yaşam alanları,huzur,fakirliğin olmadığı yani 380 YTL'nin olmadığı bir TÜRKİYE.

      Saygılarımla

    • #47806
      inanç şinel
      Katılımcı

      AB faşizmi ve onunla mücadele 
      Elif Şafak davası ile birlikte tekrar Türkiye'ye hakim olan AB faşizmini ruhumuzun en derin noktalarında bile hissettik. Neydi mesele? Bir hanım, Türklerin Ermenilere yönelik soykırım gerçekleştirdiğine dair bir roman yazmış. Bu romanla ile ilgili olarak yazar hakkında Türk milletinin manevi varlığına hakaret etmekten suç duyurusunda bulunulmuş. Özetle hanım yargılanacak. Bir sivil toplum örgütü de bu yargılama sırasında demokratik gösteri hakkını kullanmak için mahkeme önünde gösteride bulunacak. Söz konusu olan ne yargısız infaz, ne başka bir tür suç veya suça teşvik.

      Yazar hanımı eleştirenler tepkilerini ortaya koyabilecekleri gibi, dedelerinin Ermenilere soykırım yaptığına inananlar veya sözde sınırsız fikir özgürlüğü diyenler de gelip yazara destek verebilirler. Oysa olan bu değil. AB faşizmi bütün Türkiye'yi ayağa kaldırıyor. AB temsilcisi mahkeme salonunu teftiş ediyor. Erdoğan, İstanbul Emniyet Müdürüne emir veriyor: “Protestocuları sokakta görmek istemiyor.” Ne demek bu? Elif Şafak'ın istediğini yazma özgürlüğü var, ancak yazdıklarını eleştirenlerin tepkilerini ortaya koymak için sokağa çıkma hakları yok.

      Mahkeme günü canlı yayın yapan AB faşizminin televizyonları tek yanlı söyleşiler ile “demokratik (!)” bir tutum sergilediler. AB basını da üzerine düşeni yaptı. Demokrasi adına demokrasinin ırzına geçen AB faşizmi işini iyi yapıyor ve bundan sonra da yapacak. Kıbrıs konusunda Türk kamuoyunu yıllarca yaptığı psikolojik operasyonlarla parçalayan AB şimdi aynı şeyi Ermeni sözde soykırımı konusunda yapıyor. Bu süreç böyle devam ederse göreceksiniz birkaç sene sonra Türk toplumu Annan Planına “evet – hayır” diyerek bölündüğü gibi “Ermenileri kestik – kesmedik” diyerek bölünecek.

      Artık AB faşizmi karşısında kesin tavır almanın zamanı gelmiştir. AB süreci Türkiye'nin bölünme sürecidir. AB karşısında tek doğru duruş, tek Türk duruşu vardır o da bu faşist – emperyalist ahlak düşkünü siyasal blok ile tam üyelik ilişkilerimizin durdurulmasıdır. Aksi takdirde bir Kıbrıs meselesi, bir Ermeni meselesi, bir bilmem ne meselesi derken, Türkiye adım adım çözülmeye sürüklenmektedir.

      Bu konuların her birinde milli duruş sergilediğini düşünerek AB'nin savunduğu tezlere “hayır” diyen ama yine de “AB'ye evet” deme noktasında ısrar edenler bilmelidir ki, bu davranışın sonuç itibarı ile AB lobicilerinin açık teslimiyetçi ve bozguncu tavırlarından hiçbir farkı yoktur. “Efendim biz aslında karşıyız ama siyasi nedenlerle bunu ifade etmiyoruz” şeklinde kendisini savunmaya kalkanlara şu sorular sorulmalıdır: “Bir: “Siz fikirlerinizi savunamayacak, halka doğrunuzu anlatamayacak kadar özgüvenden yoksun musunuz?” İki: “Siz hala Türk halkının büyük bir bölümünün sizin hiçbir katkınız olmadan da olsa AB tam üyeliğine karşı olduğunun farkında değil misiniz?”

      Türk milliyetçiliği içine sızmış, basit ve basit olduğu kadar yanlış politik tahliller, Türk milletinin AB karşısında kendisini gerçek anlamda savunmasını engellemektedir. AB karşısında tek onurlu duruş vardır. AB'nin onurlusuna da onursuzuna da “hayır.”

      ümit özdağ , Yeniçağ gazetesi

    • #47807
      inanç şinel
      Katılımcı

      Hulki CEVİZOĞLU
      hulkicevizoglu@cevizkabugu.com.tr
      …………………………………………………..

      Haddini aşmak… ASKERİN ROLÜ, POLİTİKACININ ROLÜ
      Üç gün önce AB Türkiye müfettişi (resmi olarak “komiser” deniyor) Kreshmer'in Türk Ordusu'na yönelik eleştirilerine, KKK Org. İlker Başbuğ dün yanıt verdi.
      Aslında TSK'ya karşı yapılacak yeni saldırıların işaretini Genelkurmay Başkanlığı devir teslim törenindeki konuşmasıyla yeni başkan Org. Yaşar Büyükanıt vermişti. “Askerin rolü” başlığı ile, yıllardır tartışılan konulara ışık tutan Org. Büyükanıt, özetle, “Askerin siyaset içi görülen kimi davranışlarının Anayasa ve yasalardan kaynaklandığını” belirterek “Askerin yasalarla verilmiş görevleri yapma veya yapmama gibi bir seçeneği ve lüksü yoktur” demişti.

      BABA VE PİÇ İÇİN ROL PAYLAŞIMI…

      KKTC'deki hükümetin yıkılıp, yerine AKP'nin istediği gibi “yapay bir oluşumun” getirilmesi de “askerin rolü” kadar “politikacının rolü” ve “din adamının rolü” kavramlarını tartışmaya açtı. Aynı biçimde, “Baba ve Piç” isimli romanın yazarının, Ceza Yasasının 301. maddesine göre yargılanması sırasında hem AB hem de iktidardaki politikacıların gösterdiği tepki de, “rol paylaşımının” önemini ortaya koydu.

      Türkiye'de, yıllardır “gücü elinde bulunduran” kurum, istediğini yapıyor ve bizim de olaya onlar gibi bakmamız gerektiğini dikte ediyor.

      Bakınız, KKTC'de “Denktaş'ları politikadan silme” ve “AB'nin her dayatmasına itirazsız evet deme” yolunu açan gelişmeler nasıl da gizli-kapaklı yapıldı. AKP, Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli ile KKTC'de girişimlerde bulundu. KKTC Müftüsü olarak adlandırılan din adamı ise “milletvekili transferi” ile uğraştı.
      Diğer olayları da anımsatalım.
      TBMM Başkanı (eski AKP'li !..) Bülent Arınç, sürekli olarak “laikliğin yeniden tanımlanması” gerektiğini söyleyip duruyor. Ama kendisi -nedense- bir tanım yapmıyor.

      KÜFRE KARŞI..

      AB'nin isteği ile çıkarılan “yeni” Türk Ceza Yasası, istendiği gibi olmamış ki, “yeniden” değiştirilmeye, orasından burasından tırpanlanmaya çalışılıyor. Özellikle, “Türklüğü, Cumhuriyet'i ve devletin kurum ve organlarını alenen aşağılamayı engelleyen” 301. maddenin değiştirilmesi isteniyor. Ve yasa değişmediği halde bu maddenin uygulanmaması için de her türlü baskı yapılıyor.
      Bu madde, Türk Ordusu'nu da, TBMM'ni de, hükümeti de, yargı organlarını da küfre karşı koruyor. Şimdi bu maddeyi değiştirmek isteyenlerin temel hedefi, özellikle “Türklüğe hakaret” bölümü.

      Kısaca, “politikacının rolü” ve “din adamının rolü” sürekli tartışılması gerekirken, yalnızca “askerin rolünü” gündemde tutmak art niyetli ve AB kaynaklı bir girişim.

      Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ'un, (Kara Harp Okulu'nun 2006-2007 Eğitim ve Öğretim yılı açılışında) yaptığı konuşma, “herkesin rolüne çeki düzen verecek” nitelikte.

      Org. Başbuğ, Genelkurmay Başkanının önceki sözlerine göndermede bulunarak, “Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bugüne kadar hiçbir zaman, bu kadar farklı iç ve dış tehditlerle aynı anda karşı karşıya gelmemiştir” dedi.

      “ODAK OLUŞUYOR”

      KKK, laikliğin niçin tartışmaya açılmaya çalışıldığını anlamadığını söylüyor. (Aslında anlıyor ve yanıt veriyor.) Tarikatların artık büyük tehlike oluşturduğunu, “toplumun cemaatleşmeye itildiğini”, bunların “Atatürk devrimlerine meydan okur hale geldiğini” ve “devrime karşı hareketlerin odağı haline dönüştüğünü” söylüyor.
      Devrimlerin, bazı kesimler tarafından bilinçli, sabırlı ve planlı bir biçimde aşındırılmaya çalışıldığını ve bu yönde kayda değer mesafe alındığını söylüyor. Bunu yapanlar kimler acaba?..

      Paşa “kim” olduğunu söylese, belki AB müfettişi kulak çekecek!.. (İşgal döneminde, sokak ortasında Türk generallerin tokatlandığını unutmayalım!.)
      Bu satırları yazdığım sırada AB'den son haber geldi. AB Komisyonu Başkanı Barrosso, “Bulgaristan ve Romanya'dan sonra AB'nin genişlemesi durmalı” dedi.
      Onlar “dur” diyor, bizim politikacılar “durmuyor!”
      Artık Paşa, daha ne desin?..
      Ne yapsın?..

    • #47808
      inanç şinel
      Katılımcı

      Ümit ÖZDAĞ
      umitozdag@yenicaggazetesi.com.tr
      …………………………………………………..

      Kürtçülük Sorununun Bir Tek Çözümü Vardır 
      25 Eylül 2006 tarihli 'Radikal' gazetesinde Neşe Düzel'in DTP-PKK'nın önde gelenlerinden Hatip Dicle ile yaptığı söyleşi yayınlandı. Söyleşi birçok açıdan çok öğretici. Özellikle 'Türkiye AB'ye girer, demokratikleşir, AB standartlarına kavuşur ise PKK-Kürt sorunu çözülür' diyen AB'cilerin çöküşünü göstermesi açısından öğretici. Samimi bir AB taraflısı olan Neşe Düzel, söyleşi sırasında Hatip Dicle'ye ısrarla 'Ama Türkiye AB'ye girince sizin istediğiniz her şey olacak, istediğiniz her şeyi alacaksınız' dedikçe, Hatip Dicle 'Hayır, AB bizim taleplerimizi karşılamıyor, bize AB'nin sunduğu kişisel haklar yetmez, biz eyalet sistemi istiyoruz' cevabını veriyor. İkinci olarak da DTP-PKK'nın adım adım bölücülük stratejisini göstermesi açısından önemli.
      Yıllardan bu yana Türk milliyetçileri Kürtçü stratejinin genel hatları ile önce 'kişisel haklar', sonra 'kolektif haklar-eyalet' daha sonra 'federasyon' üzerinden Türkiye Cumhuriyeti'ni bölünmeye götürdüklerini ortaya koymaktadırlar. Bundan dolayı Kürtçülük karşısında atılacak her geri adım ne kadar iyi niyetli olsa da tavizdir ve bu tavizler Türkiye'nin bölünmesine hizmet edecektir. Kürtçülük konusunda tek doğru duruş vardır. O da Mustafa Kemal Atatürk'ün 1922-1938 arasında uyguladığı Alparslan Türkeş'in 1990'larda önerdiği yöntem. Birileri eğer çıkıp, 'Efendim 1920-30'lardan bu yana dünya ve Türkiye çok değişti. Artık bu yöntemler uygulanamaz' diyor ise bilin ki, bu adamlar kendileri farkında olmasalar da teslim olmuşlardır.

      Tabii ki, dünya ve Türkiye 1920 ve 30'lardan bu yana çok değişmiştir. Bizim bahsettiğimiz de Atatürk döneminde uygulanan yöntemlerin tamamı olmaktan çok ruhudur. Çünkü bu ruh, Türkiye'nin milli bütünlüğü konusunda tavizsiz bir ruhtur. Bu ruhtan vazgeçen siyaset adamları Türkiye'nin milli bütünlüğünden de vazgeçmiş demektir. Bu ruhu Atatürk'ten sonra 1980 ve 90'larda Türkiye'de temsil eden tek devlet adamı Alparslan Türkeş olmuştu.
      Mustafa Kemal Atatürk, 'Makedonyalısı, Trabzonlusu, Diyarbakırlısı hepsi bir ırkın evladıdır' derken, Başbuğ Türkeş, 'Ben ne kadar Türk isem onlar da o kadar Türk'tür. Onlar ne kadar Kürt ise ben de o kadar Kürt'üm' diyor ve ekliyordu: 'Ne mozaiği ulan.' Bu duruş ve direniş ruhu 1990'lı yıllarda PKK'nın askeri anlamda ezilmesini sağlayan atılımı sağlamıştır.

      2000'li yıllara girerken, Atatürk'ten Türkeş'e uzanan çizgide Türk milliyetçilerinin temsil ettiği dirençten vazgeçilmeye çalışıldığı görülmektedir. Türkiye'yi 'farklı farklı renk ve kokularda çiçeklerden oluşan bir çiçek bahçesi' olarak gören anlayış Türk milliyetçiliğine sokulmaya çalışılmaktadır. Çiçek bahçesi yaklaşımından etkilenen bir MHP Genel Başkan Yardımcısı 'Türkiye'yi farklılıkların farkına vararak' yöneteceğiz derken, kastettiği acaba 'etnik farklılıklar mıdır?' Keza bir MHP Genel Başkan Başdanışmanı 'Türkiye'de Türkler ırk olarak azınlıktadır. Bundan dolayı Bahçeli'nin yeni milliyetçilik yaklaşımı doğrudur' derken, nasıl bir Türk milliyetçiliğini temsil etmektedir?

      Onurlu AB'ci, çiçek bahçeci / mozaikçi anlayışlarla gelinen nokta budur. Bu yaklaşımlarla Türkiye'nin milli bütünlüğünün sağlanması mümkün değildir.

      Onun için önümüzde çok zor geçeceği belli olan on yıla, Atatürk-Türkeş damgasının vurulması Türkiye'nin toprak ve millet bütünlüğünün sağlanması açısından kaçınılmazdır. Aksi tavizci yaklaşımların bedelini Türk milleti çok ağır bir şekilde ödeyecektir. Kürtçülüğün çözümü PKK'nın ve yandaşlarının kalıntısız şekilde ezilmesinden geçmektedir.

    • #47809
      inanç şinel
      Katılımcı

      AP TÜRKİYE RAPORU ve ERMENİ “SOYKIRIMI”
      Avrupa Birliği'nin yeni AP Türkiye raporu da AB'nin Türkiye ile nasıl “oynadığını” bir kez daha gösterdi. Türkiye'nin önüne AB her raporda yeni bir şart getiriyor. Sonra o şartı geri çeker gibi yapıyor, bir süre sonra tekrar getiriyor. Bu arada Türkiye'nin AB tam üyelik tarihi önce 2015 diye açıklanır iken sonra 2020 senesine atılıyor. Bu arada sözde Ermeni soykırımı Türkiye Raporunun taslağına konuluyor. Sonra taslaktan “çıkarılıyor” deniliyor. Özetle Türkiye tekrar tekrar aşağılanıyor.
      Bütün bunların nedeni sadece Avrupa Birliğinin çifte standartlı siyasal ahlaksızlığa dayanan emperyalist politikaları mı? Muhakkak ki bunların çok büyük payı var. Ancak  esas sorun Avrupa Birliğinden ve onu yönetenlerden değil, Türkiye'yi yöneten siyasetçilerden kaynaklanıyor. Düşünün Türkiye'de öyle bir siyasal sınıf/partiler var ki, bunlardan hiç birisi kalkıp “AB tam üyeliği süreci Türkiye'nin aleyhinedir. Biz ülkemize ağır zararlar veren bu süreci durduracağız. Ülkemizi AB tam üyeliği sürecinin dışına taşıyacağız. Keza bu ülkeye zarar veren Gümrük Birliği sürecini de durduracağız” diyemiyor.
      Eğer siyasi partileri Türkiye'nin menfaatlerini savunmak konusunda kesin kararlı bir tavır sergilemezler ise Avrupa Birliği neden Türkiye'nin menfaatlerini savunmak konusunda itina göstersin? Eğer Milliyetçi Hareket Partisi bile AB karşısında kesin bir tavır alamıyor, “AB'ye Hayır” diyemiyor ise diğer partilerin Türkiye'nin menfaatlerini savunmak konusunda kararlılık içinde  olmalarını nasıl bekleriz.
      Türkiye'de siyasete bugün hakim olan unsurlar bu hakimiyetlerini sürdürdükleri ve AB karşısında bugün takındıkları değişik şekillerdeki teslimiyetçi tavrı devam ettirdikleri sürece ülkemizin AB tarafından yol açılan adım adım çözülme süreci de devam edecektir. Bu çözülme karşımıza bugün Elif Şafak davası, yarın Ermeni meselesi, daha sonra Kıbrıs'tan Türk ordusunun geri çekilmesi, Dicle ve Fırat'ın sularının AB tarafından kontrolu ve nihayet Türkiye'nin eyaletlere bölünmesi şeklinde önümüze gelecektir.
      Bugün AB karşısında kesin tavır almayan herkes yarın Türkiyemizin böyle bir sürece sürüklenmesi durumunda büyük bir vebal altında olacaktır. Artık kesin tavır almanın vakti gelmiş geçmektedir. Koltuk hesabı, millet ve vatan sevgisinin üzerine çıktığı gün insanların geriye evlatları için bırakacakları, belki unvan ve para olacaktır ancak onların üzerinde koskoca bir  “milli şerefsizlik” yaftası ile tarihe geçmeleri kaçınılmaz olacaktır.
      Tarih kitaplarını okur iken 19 yüzyılda Osmanlı imparatorluğunun “onlar dışardan biz içerden” imparatorluğu yıktığını okumayan Türk hemen hemen yoktur. Bugün de Cumhuriyetimizin yıkılması için “onlar dışarıdan bazı Türk görünümlüler içeriden” devleti yıkmaya çalışmaktadırlar. Bazen ihanet ile devlete ve millete sadakat arasındaki çizgi ince olabiliyor. 

      Ümit ÖZDAĞ
      umitozdag@yenicaggazetesi.com.tr

    • #47810
      inanç şinel
      Katılımcı

      Bekir COŞKUN  bcoskun@hurriyet.com.tr

      Değişim…

      BEN arkadaşlardaki o çok sözü edilen “değişim”i nihayet şimdi anlıyorum.

      Başı kapalı eşlerini, başı açık-çekici ve genç olanlar ile değiştiriyorlar.

      Olmadı birer “aile dostu sevgili” bulup arada bir hopadanak çaydan geçiriyorlar.

      Umre yerine Roma, Paris ya da Londra gibi Batı kentlerine gezi yapmaya bayılıyorlar.

      Meclis’in garajı cip’lerle dolu artık.

      Demek ki eşlerinden sonra bindikleri arabaları da değiştirdiler. Ki biz buna kısaca “binmede değişim” de diyebiliriz.

      *

      Geçiyorum “giymede değişim”e:

      Milli Eğitim Bakanı’nın üzerinde siyah harflerle “Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik” yazılı beyazımsı çorabını görünce, telefon numarasının eksik olduğunu hemen fark ettim.

      Bir zamanlar liselilerin giydikleri sarı bantlı şapkalarımızın içine biz de adımızı, sınıfımızı, numaramızı yazardık; çünkü şapkalarımız karışırdı ya da kaybedebilirdik.

      Burada kabine üyelerinin çoraplarının karışma olasılığı olmadığı gibi, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in çorabını yolda düşürme olasılığı da yok.

      O zaman bu düpedüz “giymede değişim”dir.

      Ben hiç böyle tabela gibi çorap görmemiştim.

      Kısacası arkadaşlar; iktidarın nimetleri başlarına yağdıkça; binmede, giymede, yemede-içmede değişiyorlar.

      *

      Diyelim ki “Ali Dibo yöntemi” yemede değişim sayılırken, üreticilerin yakaladıkları milletvekiline sıra dayağı çekmeleri üzerine, milletvekillerinin seçim bölgeleri yerine Roma’ya gitmeleri “gezmede değişim” oldu.

      Sonuçta bir “değişim” var.

      Medyada uzun süren “değişti mi, değişmedi mi?” tartışmaları ise artık çok anlamlı değil,

      Görüyoruz ki değişmesine değiştiler.

      *

      Değişmeyen ne?

      Bunlara oy verenler…

      Hálá görmüyorlar…

      Hálá anlamıyorlar…

      Hálá akılları başlarına gelmiyor…

      Değişmediler, değişmeyecekler…

    • #47811
      inanç şinel
      Katılımcı

      Ekonominin kaderini yabancılar belirliyor

      Türkiye'de ekonomi üretime dayanmıyor, piyasaya dayanıyor. Piyasanın ipi ise yabancıların elinde. Uluslararası Para Fonu (IMF) destekli istikrar programı kapsamında 'yüksek faiz, ucuz döviz' uygulaması sonucu, hükümet ekonomiyi yönlendirme gücünü kaybetmiş durumda

      IMF destekli istikrar programı kapsamında “Yüksek Faiz, Ucuz Döviz” uygulaması sonucu, hükümet ekonomiyi yönlendirme gücünü kaybetti.
      Türk ekonomisinin kaderini piyasa, piyasanın kaderini yabancılar belirler hale geldi.
      Piyasa hâkimiyeti devam ettiği sürece, hükümet (Merkez Bankası-Maliye) istese de ekonomiye müdahale edemez. Çünkü Merkez Bankası'nın elinde faizi yükseltmekten, Maliye'nin elinde vergiyi artırmaktan başka araç ve güç kalmadı. (Merkez Bankası ile Maliye de bu araçları piyasanın ipini elinde tutan yabancıları mutlu etmek için kullanıyor.)

      İp yabancıların elinde
      Devleti yönetenlerin, yönetilenlerin, bankaların, işadamlarının, halkın gözü piyasada. Piyasa sabah 09.00'da açılıyor, akşam 17.00'de kapanıyor. Gün boyu yurtdışından gelen emirlere göre piyasa dalgalanıyor. Türk halkına ise dalgayı seyretmekten, dalganın faturasını ödemekten başka yapacak şey kalmıyor.
      Piyasa denilen şey (1) Döviz fiyatından, (2) Faiz oranından, (3) Hisse senedi borsası endeksinden oluşuyor.
      Türk piyasasının ipi yabancıların elinde. Yabancılar, Türkiye'deki yüksek reel faizden uzun süreli, Türk piyasasındaki günlük dalgalanmalardan kısa süreli para kazanan, çok para kazanan, bu işi meslek edinen yabancı fonların, bankaların yöneticileri. Londra merkezli fonlarda çalışan, hepsi yurtdışında çok iyi eğitim görmüş, Türk piyasasıyla oynayarak patronlarına para kazandırmayı meslek edinmiş (bazı) Türk gençleri. (Ücret karşılığı, yabancılar için Türkiye'yi soyduklarından onları da mecburen yabancı sayıyoruz.)
      Piyasanın ipini ele geçiren yabancılar Türk ekonomisiyle nasıl oynuyor?

      Türkiye'ye bir gün döviz gönderiyorlar. Döviz fiyatları düşüyor. Ertesi gün piyasadan döviz topluyorlar.
      Döviz fiyatları hemen yükseliyor. Yüksek reel faizi yeterli bulmadıklarında “aba altından sopa gösteriyorlar”, döviz göndermeyi kesiyorlar, Merkez Bankası korkudan hemen faizi yükseltiyor.

      Hazine bonosu satın alıyorlar. Bononun reel faizini az bulurlarsa ellerindeki bonoları satmaya başlıyorlar. Hazine korkudan hemen bono faizini yükseltiyor.

      Ekonomiyle oynuyorlar

      Borsada işlem gören hisse senetlerinin çoğu yabancılar adına alınmış durumda. Hisse senetlerini bir gün alıp öbür gün satıyorlar. Yabancılar alıma geçti diye borsa yükseliyor, satışa geçti diye borsa çöküyor. Bu arada Türkler silkelenirken, yabancılar para kazanıyor.
      Paradan para kazanabilmek için, piyasanın hareketli olması lazım. İstikrarlı piyasalarda paradan para kazanılmaz. Piyasa ne kadar oynaksa, ne kadar dalgalanırsa o kadar para kazanma imkânı oluşur.
      Hele hele dalgayı bilerek, isteyerek, istenilen zamanda, istenilen ölçüde yaratma gücü elde edilirse, işte o zaman piyasayla istenilen şekilde oynanır. Paradan para kazanılır.
      İşte Türkiye'de ekonomide olan biten budur. Günümüzde ekonomi üretime dayanmıyor. Piyasaya dayanıyor. Hükümet üretimin sağlıklı olarak büyümemesini dert etmiyor. Piyasadan korkuyor. Çünkü ekonomi kadar hükümetin de kaderi piyasaya bağlı. Piyasanın ipi ise yabancıların elinde.

      guras@milliyet.com.tr

    • #47812
      ERTEKİN
      Katılımcı

      Öteki Türkiye ölmesin isterlerse uçabilirler 
      serdar.turgut@aksam.com.tr

      Oray kardeşim; gel senle ben üstün zekalı olmaya devam edelim, sınıfımızın, ait olduğumuz grup kesimlerinin yaşam biçimlerine ve ilgi alanlarına uygun davranmayı sürdürelim

      Bir yazı ustası olarak kabul edileceğine inandığım Oray Eğin ile atışmamız/düellomuz dün ilginç bir boyuta çekildi. Oray, benim yazıma verdiği cevapta, yazısını benim 'Öteki Türkiye' yazılarımı örnek göstererek açmış. Eğer bununla benim de sosyal bilince sahip olduğumu gösterme uğraşı içindeyse hemen söyleyeyim; boşuna uğraşıyor… Çünkü benim sosyal bilincim yoktur, 'Öteki Türkiye'yi tespit ettim ama orada yer alan insanları hiçbir zaman sevmedim. 'Öteki Türkiye' insanlarının ağırlıklı olarak faşist olduklarını da düşünürüm. Faşistin 'Beyaz Türk'ünden de 'Öteki Türk'ünden de hoşlanmam. Bu kavramı çıkardım çünkü, gazeteciler işlerine gidip gelirlerken arabalarından dışarıya baksalar rahatlıkla görebilecekleri bu insanları görmemekte israr ediyorlardı. Ben de bu körlüğe ve hatta aptallığa artık dayanamamıştım. Bunlara ad taktım ama 'Öteki Türkiye'ci hiç olmadım, anlı şanlı bir 'Beyaz Türk' olmayı sürdürdüm. 'Çocuklar Ölmesin' sloganından yola çıkıp 'Öteki Türkler Ölmesin' ve 'Uçurtmalar Uçsun' sloganından yola çıkarak 'Öteki Türkiye Uçsun' filan gibi absürd sloganlar atmadım. Gerçi 'Öteki Türkiye Uçsun' sloganı onlara uygundu da… Çünkü esrar, kokain, uhu, ne kafa yapıyorsa onlarda bol miktarda var, o nedenle uçacaklarsa uçsunlar ne yaparlarsa yapsınlar, bana bulaşmasın da uçup ne cehenneme giderlerse gitsinler.

      Zaten bizim tartışmaya çalıştığımız konu, sosyal bilinç değil anlamsız sloganların peşine takılıp girişilen sosyal hareketlerdi. 'Çocuklar Ölmesin' diye bir lafın karşıtı slogan yoktur yani, ne Hitler ne de Hannibal Lecter (Hannibal Lecter insan yiyen yamyam katildir, bizim Sevim göz/eye'ın da sevgilisidir nedense) 'Çocuklar Ölsün' der. Bu nedenle akıl hastanelerindeki tüm deliler de dahil olmak üzere dünyadaki her insanın rahatlıkla katılacağı bir slogandan sosyal hareket çıkaramazsınız, ilkokul piyesi bile çıkmaz bu tür slogandan.

      Oray'ın kızdığı Cem Yılmaz yüksek I.Q'lu bir insan olduğu için anlamı olmayan absürd bir sloganın peşine takılıp gitmeyi reddetmiştir o kadar. Öte yandan Okan Bayülgen'e de katılıyorum. Yoksulu, fakiri bol olan bir ülkede para kazanmak ve şöhretli olmak da bir boka yaramaz gerçekten. Bu para ve şöhret insanı mutlu kılmaz. (İşte ben sırf bu nedenden dolayı para yemek için New York'a gidiyorum. Bildiğim kadarıyla Oray da yapıyor bunu. Okan'a da tavsiye ederiz bu seyahati sık sık yapmasını)

      Oray dünkü 'Serdar Turgut'a cevabımdır' yazısında Cem Yılmaz'ın neden apolitik olduğunu anlattığı bölümde 'Böyle işlere bulaşınca Porsche taksidimi inceliyormuş' dediğini yazmış ve bunu duyunca ürperdiğini belirtmiş.

      Eminim ki ürpermek için kendini zorlamıştır. Yapma be Oray; sen de yüksek I.Q'lusun. Cem Yılmaz'ın lafının abartı yoluıyla insanı rahatrsız etme amacını taşıdığını görmemek imkansız değil mi? Kaldı ki; bu tür lafları en çok da yoksullar alkışlar bunu da bil. Türkiye işte böyle bir ülke. Yılmaz da ülke gerçeklerini iyi bilen bir şovmen.

      Ne yani ben çıkıp da 'Sabah kahvaltılarında iyi kızarmış çocuk yemeye bayılırım. O nedenle 'Çocuklar Ölmesin' kampanyasına katılmadım dersem bu da mı ürpertecek az akıllıları.' Oray kardeşim; gel senle ben üstün zekalı olmaya devam edelim, sınıfımızın, ait olduğumuz grup kesimlerinin yaşam biçimlerine ve ilgi alanlarına uygun davranmayı sürdürelim.

      Bu arada sosyalist olmamızda bir sakınca da gayet tabii ki yok. Aç insandan sosyalist olmaz, karnı tok, durumu iyi olan insanlardan iyi sosyalistler çıkar. Çünkü bu bir okuma ve düşünme işidir. Aç insanın okumaya ve düşünmeye takatı olmaz, iyi sosyalistler olalım da bu durumu değiştirelim ve Okan Bayülgen'in bile mutlu yaşayacağı bir ülke yaratalım. Bunu yaparken de yardımcı olduğun kitleleri, sevmek zorunda filan da değilsin. Çünkü burjuvazide de fazla sevilecek bir yan yoktur, bu da bir başka acı bir gerçektir. Ben halkı sevmeden sosyalist olan ve dindar olmadan Allah'a inanan bir insanım ve bu iki özellik için emin olun; çok uğraşıp çok okuyup, çaba gösteriyorum. Bu nedenle manasız sloganlarla ve acı tripleriyle benim kıymetli vaktimi ziyan etmeyin.

      Serdar Turgut

    • #47813
      ERTEKİN
      Katılımcı

      Oray'a katılmıyorum 
      serdar.turgut@aksam.com.tr

      Oray önceki gün Cem Yılmaz hakkında bir yazı yazdı. Yazının ana fikrine ve de Cem Yılmaz hakkında söylenenlere hiç katılmıyorum. Bunun yazarlar arasında, eşit koşullarda düz bir sahada yapılan düello olduğunu bilin de rahatça, kendimi sıkmadan, kasmadan diyeceğimi diyeyim.

      İlk önce genel bir tespitim olacak. Ben kendimi bildim bileli çok anlamlı görülen ancak sıfır anlam taşıyan genel sloganlardan hiç hoşlanmam. Türkiye'de maşallah bunlardan pek de bol var. Örneğin 'Çocuklar ölmesin' diyorlar ve insanların gözü yaşarıyor. 'Aman ne anlamlı ne güzel ne kadar derin laf değil mi.' Üzerinde hiç düşünmezseniz öyle tabii ki ama biraz düşününce 'acaba özellikle çocuklar ölsün diyenler de var mı ki, bunlara karşısına çıkıp 'Çocuklar ölmesin' sloganı atıyorlar' diye sorabilirsiniz. İşte bunu sorduğunuz anda slogancıları ciddiye almakta zorlanırsınız. Eğer savaşlarda çocuklar ölmesin demek istiyorlarsa bu da pek anlamlı değil, çünkü savaşlar olacaksa -ki olacaktır- o zaman kadınlar da ölecek, erkekler de çocuklar da maalesef. Eğer bu slogan ile anti-Amerikanizm yapılmak isteniyor ve Amerikan bombardımanında çocuklar ölüyor denilip buna dikkat çekilmek isteniyorsa tamam bu yapılsın da olayın başka yönü de var. Adı Hizbullah olan bir örgütün adamları gece vakti, uyumakta olan çocukların bulunduğu apartmanların damına çıkıp etrafa ateş açarak, binayı düşmana hedef gösterip sonra kaçıyorlar. Sonra da bu bina açılan ateşe karşılık bombalanınca gayet tabii ki çocuklar da ölüyor. Şimdi soruyorum size; 'kim katil burada, damdan ateş açan mı yoksa ateşe karşılık veren mi?'

      ORAY CİN GİBİ ADAM

      Yok kardeşim; radikal dincilerin safına katılıp slogan filan atamam ben, mağara adamlarına da destek veremem. O kadar işte…

      Ne yapmış Cem Yılmaz? Katılmamış 'Çocuklar Ölmesin' kampanyasına. Aferin iyi yapmış. Tek artist duyarlılığı ve aklı onda var galiba. Çünkü sloganın anlamsızlığını görmüş bence.

      Ne yapmış başka. Oray'ın yazısından öğreniyoruz ki; kampanyaya katılmak için para istemiş ve kafayı paraya takmış durumdaymış. Bunu da iyi yapmış, kafasını paraya takan tek meslek grubundan değil Cem Yılmaz, bu anlaşılıyor. Hayatını şov yaparak kazanıyor, yardımsever olarak değil. Ona gülmek için para veriyoruz biz. Sosyal bilinç dersi istesek, ondan öğrenmeye ihtiyacımız da yok, açarız bir kitabı okuruz hem daha ucuz hem de daha kolay olur her şey…

      Oray cin gibi adam. Müthiş bir zeka ve kalem var adamda. O bunları görmüyor mu? Gayet tabii ki görüyor, ama onda bir sosyalist bilinç takıntısı var. Sosyalist bilince karşı değilim hatta bunu destekliyorum ve uzun zamandır kendinde bu bilinci ayakta tutmaya çalışan bir insan olarak Oray'ın bu duyarlılığına saygı da duyuyorum. Ama bu duyarlılık Batı toplumlarında olduğu gibi popüler kültürün oyuncağı haline getirilirse kelimenin tam anlamıyla işin boku çıkar. Bob Geldorf ile başladı bu iş. Adam sallana sallana 'We are the people we are the world' dedi, kelimeler kolay ve aptalca olduğu için şarkıyı herkes ezberledi ve şarkı sosyal bilincin cıngılı haline geldi. Sonra Bono çıktı ortaya, sosyal bilinç havaları atmaya başladı. Yakışıklı ve sesi güzel olduğu için genç kızlar da deli oldular buna. Bütün sanatçılar baktılar ki bu sosyal bilinç işinde ekmek var, hemen hepsi denedi şansını bu dalda. Herkes kendine göre bir konu buldu. Kimi aç çocukları aldı ele, kimi savaşlara karşı çıktı. Çocuklar ölmesin dendi, uçurtmalar uçsun dendi. Dendi babam dendi. Bütün bu konuların hepsi rahat ve risksiz konulardı, çünkü kalabalıkların üzerinde fazla düşünmeden, kafa yormadan, elini bile kıpırdatmaya gerek duymadan destek vereceği türde konulardı bunlar.

      Sonuç itibarıyla; Cem Yılmaz sürüden olmayı kabul etmemiştir, tebrik ediyorum onu. Hayatının her alanında sürülerin dışında yer alan Oray, o yazıyla Cem Yılmaz'ı birtakım sürülerin içine neden davet etti, bunu da anlamadım…

      Serdar Turgut

    • #47814
      inanç şinel
      Katılımcı

      Hiçbir Müslüman yazar Nobel alamadı
      Atılgan Bayar: Hayır efendim, hiçbir Müslüman yazar Nobel ödülü almadı henüz.

      14.10.2006 11:27
      atilganbayar@haberturk.com

      Belleğin zalimliği, unutkanlıkla dağılıp giden şeyleri hatırlamakta gösterir kendini. Necib Mahfuz

      Orhan Pamuk’a Nobel Edebiyat Ödülü’nün verilmesinden sonra, kimi televizyonlarda ve gazetelerde Pamuk’un ‘ödülü alan ikinci Müslüman yazar’ olduğu okudunuz.

      Ya cehaletten kaynaklanıyor, ya da ‘wishful thinking’, yani olmasının arzulandığı gibi düşünme alışkanlığından.

      Ama her nedense…

      İki kere yanlış veya yalan!

      Örneğin Yeni Şafak gazetesi haberi şöyle verdi:

      “1982'de Mısırlı edebiyatçı Necib Mahfuz'un ardından Orhan Pamuk Nobel Ödülü alan ikinci Müslüman yazar oldu.”

      Hayır efendim, Necib Mahfuz Hıristiyan bir Kıpti idi. Ve hayatını Hıristiyan bir Kıpti olarak yaşadı.

      Demek ki neymiş, Necib adına kanıp her sakallıyı dedemiz saymamak gerekiyormuş.

      Birinci yanlış bu.  O halde Orhan Pamuk Nobel’i alan ilk Müslüman yazar olabilir mi?

      Hayır olamaz.

      Çünkü Orhan Pamuk  Müslüman değil.

      Basit bir haberi verirken iç içe yapılan ikinci yanlış da bu.

      Beyana itimat esastır ve Orhan Pamuk Müslüman olmadığını La Vanguardia isimli İspanyol gazetesinden dünyaya ilan etmiştir:

      “Ateist bir aileden gelme, ateistim.’  http://www.lavanguardia.es.web/20021117

      Başa dönüyoruz ve Nobel Edebiyat Ödülü’nü henüz hiçbir Müslüman yazarın almadığını ilan ediyoruz.

      Yani Necib Mahfuz’a veya Orhan Pamuk’a ödül verilmesinde ‘dinler arası diyalog’ anlamları çıkartmanın yanlış olduğunun altını çiziyoruz.

      Ancak ödülü veren İsveç Bilimler Akademisi’nin gerekçesi ilginç:

      'Kentinin melankolik ruhunu ararken kültürler arasındaki çatışma ve birleşmenin yeni simgelerini keşfeden Türk yazar Orhan Pamuk'a verildi

      Pamuk’u hem Türkçesinden hem de İngilizcesinden okuyan biri olarak,  kendime sordum, Orhan Pamuk’ta ‘kültürler arası çatışma ve birleşmenin yeni simgeleri’ ne olabilir diye?

      Tahmin edersiniz ki buna bir cevap veremedim. Pamuk’un da, Bilimler Akademisi’nin de bu soruya cevap verip, o yeni simgeleri tanımlayabileceğini, adlandırabileceğini pek düşünmüyorum.

      Ancak, içimden bir ses, İngilizcenin söz dizimini Türkçe kelimeler ile yazmanın ‘kültürler arasındaki çatışma ve birleşmenin yeni simgesi’ olabileceğini, söylüyor bana.

      Çevrisi, ana dilinden daha fazla ‘metin hazzı’  vaadeden yapıtların dili böyle bir ‘çatışma ve birleşme’nin sembolü olabilir mi?

      Yani Müslümanlık ile Hıristiyanlık arasındaki bir çatışma ve birleşmeden daha ziyade, Türklük (yani Türk dili) ile Anglo Sakson kültür evreni (yani İngilizce) arasında ‘çatışmadan ve birleşmeden doğan’,’ dil düzeyinde bir ‘yeni sembol’ üretilmiş olabilir mi?

      İlgilenenler bu konu hakkındaki ‘Mutlu Nobeller Orhan Pamuk’  başlıklı bir önceki yazıma arşivden bakabilirler.

    • #47815
      inanç şinel
      Katılımcı

      Sistem kimleri dışladı? Gündem normale dönüyor mu?
      21.10.2006 / Yiğit Bulut / Yorum 

      2000-2001 döneminde yaşadığımız psikolojik hareket sonucu her alanda kabullenme katsayımız arttı. 2002-2006 arasında milli değerlerimizin hepsi özelleştirme, Avrupa Birliği’ne uyum gibi başlıklar altında içeride yaratılan ve dışarıda odaklı taraflara transfer edildi.

      Son günlerde muhalefet partisi liderlerinin açıklamalarının öne çıkmasının sebebi sadece seçimin yaklaşması, siyasi ortamın kızışması mı? Kesinlikle değil. Sis dağılıp, finansal rant pembeliği ortadan kaybolmaya başlayınca, net bir gerçek ortaya çıktı, pazarlanan kamuoyu ortalama vatandaşı yani bizleri ilgilendirmiyordu.

      Hatta iddiamızı biraz daha büyütüp, konuyu daha da açalım. Türkiye’ye hakim olan “döviz-faiz-borsa” üçgeni üzerine kurulan AB beklentili-sıcak para rantı odaklı sistem, son 4 yılda hepimizi dışladı, dışlıyor ve bizler maalesef daha yeni yeni uyanıyoruz.

      Peki bu dışlama ile “muhalefetin söylemlerinin” son günlerde merkez olmasının alakası ne?

      Gerçekler ortaya çıkıyor
      Sebep çok açık ve basit. Gerçekler ortaya çıkmaya başlayınca yani ABD’nin Orta Doğu’da ne istediği, AB’nin aslında olmayan bir proje olduğu ve sıcak paranın Türkiye’yi büyütürken “içini boşalttığı” detayları gözle görülür hale gelince, bunu dile getiren muhalefetin söylemlerine ilgi arttı. Daha açıkçası, onlar hep vardı ama kamuoyu yeni yeni görmeye başladı.

      Değerli dostlar, bu noktada sorgulamanın dozunu arttırmak ve bazı yeni sorular sormak istiyorum,

      Varolan yapı, kurulan sanal sistem, kimleri dışlıyor? Sorun nerede?

      Cevaba geçmeden cevap yolunda kullanmak üzere bazı detayları aktaralım.

      * Son 50 yılda özellikle 1980 sonrası “var olmayı diğerlerinden ayrı” olmak sananlar ülkeye hâkim oldu. Elde edilen yüksek faiz geliri ve krizlerin de etkisiyle ortaya “tepe” dedikleri bir zümre çıktı.

      * İçeride bu zümre oluşurken, Türkiye’de yaratılan katma değer bu zümre ile dışarıda yerleşik sıcak paracılar arasında bölüşüldü.

      * Bunlar her alana girdiler. Haklarında “efendi” olduklarına kadar giden birçok teori üretildi. Siyasi partilerde, sanat, fikir, spor, eğlence dünyamızda hep onlar vardı. Onlar yönettiler, onlar algılattılar, diğerleri baktı.

      * Bir kısmının hayatı magazin programlarına yansıdı. Özellikle dejenere olanların yaptıkları “renkli dergiler” haline getirilip, “70 milyonun özlediği” ve/veya “nefret ettiği” hayatlar olarak pazarlandı. “Taksim'e, Bağdat Caddesi'ne, Nişantaşı'na” yatırım yapılırken, varoşlar ihmal edildi. “En'lerin peşinde koşulurken aşağıda olanlar unutuldu. Birileri merkez oldu, diğerleri dışlandı.” Dışlananlar “sisteme karşı” ideoloji geliştirenlerin eline düştü. Eğitildi, devşirildi, en önemlisi özledikleri “ait olma” duygusu verildi.

      Tespitler sonrası soralım:

      1- 1946 yani ilk devalüasyon ile başlayan, 1980 sonrası özellikle ekonomik modelin değişmesi ile şiddetlenen ve 1994-2000 gibi algılamayı değiştiren finansal krizler ile doruğa çıkan ve 2002-2006 arasında Türkiye’nin varlıklarının transfer edilmesiyle zirve yapan süreç, Türkiye’de neye yol açtı?

      2- AB modeli Türkiye için gerçek bir amaç, gerçek bir hedef, gerçek bir çıkış mı? Yukarıda tarif ettiğim “dışlanan-dışlayan” dinamiğini değiştirebilir mi?

      3- Olmayan bir hedefe doğru baktırılan Türk halkının elinden neleri alındı?

      4- Biz AB üyesi oluyoruz derken, “dışarı” itildiğimiz yetmiyormuş gibi hangi varlıklarımız “elimizden çıktı”? 

      Varlıklar transfer edildi
      Değerli dostlar, Türkiye'deki siyasi ve ekonomik örgütlenme 1946 sonrası “merkez olanlar” ve “çevre halkalar” şeklinde oluşmaya başladı. 1980 sonrası “seçkinler” sınıfının yaratılması ile tepe noktasına ulaştı, 2000 sonrası ayrım derinleşti. Kimilerine göre bunun adı “burjuva devrimiydi”. 2000-2001 döneminde yaşadığımız “psikolojik hareket” sonucu her alanda kabullenme katsayımız artarken 2002-2006 arasında “milli değerlerimizin” hepsi “özelleştirme, Avrupa Birliği’ne uyum” gibi başlıklar altında içeride yaratılan ve dışarıda odaklı taraflara transfer edildi. Sistem bizi yani ortalama vatandaşları dışladı, bizleri başka tarafa bakmaya teşvik etti. Bu bakış sırasında altımızdan zemin kaydı.

      Sonuç: Yine başa dönelim ve soralım; muhalefetin söylemlerine ilgi neden arttı? Son günlerde büyük bir uyanış başladı. Bu uyanış ve finansal pembeliğin dağılmasıyla özellikle tavizin sınırına gelmemizle AB maskesi de düşünce, konuyu dile getiren muhalefetin söylemlerine ilgi arttı.

      Son söz: Yukarıdaki gerçeği tespit ettikten sonra son bir çağrıyla bitirmek istiyorum. Siyaseti bir kenara bırakalım ve iktidar-muhalefet gibi kavramlardan arındırarak yaşadıklarımızı lütfen çok net bir açıdan görelim; altımızdan zemin kayıyor. Mutlu bayramlar…

    • #47816
      saksu
      Ziyaretçi

      Hiçbir Müslüman yazar Nobel alamadı
      Atılgan Bayar: Hayır efendim, hiçbir Müslüman yazar Nobel ödülü almadı henüz.

      14.10.2006 11:27
      atilganbayar@haberturk.com

      Edebiyat alanında olmasa da Fizik dalında iki ABD'li bilim adamıyla birlikte Pakistan'lı Abdus-salam adlı bir müslüman bilim adamı Nobel Fizik ödülünü almış.
      http://www.nobelpreis.org/turkish/physik/salam.htm
      1979 Nobel Fizik Ödülü – Abdus Salam *1926 –
      “Temel parçacıklar arasındaki zayıf ve elektromanyetik etkileşimlerin birleşik kuramına katkıları ve bu çalışmaları kapsamında zayıf yüksüz akımı öngörmeleri için”
      ( Sheldon Lee Glashow ve Steven Weinberg ile beraber )
      İronik olan şey ise bu bilim adamı da öyle ülkesinde çok fazla el üstünde tutulan biri değilmiş.

      Not: Orhan Pamuk hakkındaki link çalışmıyor

    • #47817
      ERTEKİN
      Katılımcı

      Yazarlar / Serdar Turgut

      Avrupa hakkında 
      serdar.turgut@aksam.com.tr

      Avrupa Birliği'nden gelen son tarihlere bakıldığında tam üyeliğe giden yolun yine hayli sancılı olacağını görmek mümkün. Tekrar Türkiye'den bazı işler istenilecek, Türkiye de bunların bir kısmını yapacak ve sonunda bir uzlaşmaya gidilmesine çalışılacak. Avrupa'yı ulaşılması zor bir ideal yapan, üye olmak isteyen ülkelerden istenilenler, beklenenler değildir. Onlar her medeni ülkenin bir şekilde kendi başına ulaşması gereken düzenlemeler. Avrupa idealini zor yapan, o idealin temelinde yer alan fikirlerdir. Bunların iyi anlaşılması ve o fikirlerin tarihinin iyi incelenmesi gerekir ki; Türkiye çıktığı yolda fazla şoka uğramadan devam edebilsin.

      Eski Yunan'da filozoflar Eflatun'a kadar 'dünyanın anlamı ve kökenleri nedir' sorusuna cevap bulmakla uğraşmışlardı. Bir dizi, Eflatun öncesi filozofu birleştiren ortak tema buydu. Eflatun ise önemli soruyu değiştirmiş ve 'en iyi yaşam biçimi hangisidir' sorusunu sormuş ve cevap aramıştır.

      Eflatun sonrasında bu soruya verilecek cevap çok önem kazanmış ve 'Aydınlanma'nın temelinde de bu soruya verilen cevap yatmıştır. İmmanuel Kant, insanların kendi yaşamlarının sorumluluğunu aldıkları bir durumdan söz eder. Sorumluluk alındığı takdirde bireysel otonomi ve bağımsızlık da söz konusu olabilir.

      Kant'a göre 'iyi yaşam seçilen yaşamdır'. Eğer bireyler yaşam hakkında gerekli bilgiye sahip olurlarsa, yaşam hakkında öğrenmeye beyinlerini açık tutarlarsa, o zaman insan kendisine yaşamasına değecek hedefler koyabilir ve o yaşamını da başkalarıyla da uyumlu ve iyi ilişkiler içinde yaşayabilir.

      Tabii benim bugün Avrupa Birliği'nin yaşam biçimini oluşturduğuna inandığım bu fikirlerin oluşması, Kilise'ye karşı verilmiş büyük mücadele ile olmuştur. Kilise'nin yaşam hakkındaki fikirleri doğal olarak farklılık gösteriyordu.

      Avrupa'da, ortaçağlardan kalmış bir dünyadan tiksinme (contemptus mondi) geleneği de vardır. Kilise bu düşünceyi devralmış ve güzelliği 'ölümden sonra ulaşılacak bir ideal' olarak tarif etmiştir. Aydınlanma düşüncesinin din ile bağlantılarını yeniden düzenleme ihtiyacı buradan çıkmıştır. Din işleri ile devlet işlerinin ayrılması ve sekülarizm fikri de bu kökenden doğmuştur.

      Bu tarihsel süreç ve uzun mücadelelerden sonra Avrupa kendisine bir ethos oluşturabilmiştir. Etik ile ahlak birbirine karıştırılmamalı. Ahlak etiğin bir parçasıdır. Ahlak başkalarına karşı sorumluluklarımızı düzenler, ethos ise bir kişinin tüm yaşam biçimidir.

      Evet; Avrupa bir yaşam biçimidir, bir ethos'tur.

      Biz Avrupa'dan talep edilen tüm düzenlemeleri yapsak ve altyapıyı hazırlasak bile bu ethos'a sahip olup olmadığımız her vatandaşın ayrı vereceği bir cevaptır.

            01.12.2006 

    • #47818
      ERTEKİN
      Katılımcı

      Fahişeliğin pirim yaptığı ülke…

      “Müslüman Türkiye'de” medyanın topluma “fahişe gibi yaşayan mankenleri” örnek gösterilmesini eleştiren Ergun Babahan “Ekranın önünde fahişeleşiyoruz” dedi.Satılık bedenler ve ruhlar ülkesi “Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır. Devlet, ailenin
      refahı ve huzuru ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulamasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar.” Anayasa'nın 41'inci maddesi aileye
      bakışı böyle anlatıyor ve devlete özellikle ana ve çocuğun korunması görevi
      veriyor. Aynı anayasa, basın özgürlüğünün kamu ahlakını koruma adına kısıtlanabileceğini söylüyor. Bu satırların yazarı, kimsenin özel yaşamına müdahale hakkını kendinde bulmaz. İnsanların yaşam tarzlarını dilediğince seçmekte özgür olduğuna inanır ama ahlaksızlığın yüceltilmesinin karşısında
      durur. Türkiye'de uzunca bir süredir üç-beş erkek arasında turnike misali dolaşan ve kendilerine manken diyen bir grup genç hanımın yaşam tarzı, genç kızlara örnek olarak sunuluyor. Genç delikanlılara da aynı mekanda bulunduğu, arkadaş olduğu insanların eski sevgilileriyle birlikte
      olmanın normal olduğu anlatılıyor. Bu yetmiyor, bunu haftada bir yapanlar övülüp göklere çıkarılıyor. Fahişeliğin gazete sayfalarında prim yaptığı nadir ülkelerden biriyiz herhalde. Üstelik bunu yüzde 99'u (yoksa 95'i miydi) Müslüman olan ve çoğunluğun kendini giderek daha fazla dindar
      hissettiği bir ülkede yapıyoruz. Bununla da kalmıyoruz, anneleri fahişeliğe teşvik ediyoruz. Bir annenin hasta çocuğunu kurtarma adına 150 bin dolar karşılığı patronuyla yatmasını yüceltiyoruz. Fahişe annenin kutsallaştırılmasına tanıklık ediyoruz. Şimdi sırada 300 bin dolar var. “300 bine verir
      mi” gündemin en önemli sorusu. Bu diziyi hasta çocuğu ve eşiyle izleyen bir annenin neler hissedeceğini gözlerimin önüne getirmeye çalışıyorum veya annesi yaşlı ve çirkin olduğu için bir gecede ameliyat parası çıkaramayacak anneleri. Ya da yavrusunun sağlığı için bile olsa fahişeliği
      kabul edemeyecek olan anneleri. Türkiye en önemli sermayesi olan sosyal yapısını 3-5 reyting uğruna bozuk para gibi harcıyor. Oysa başta AB olmak üzere herkese karşı ortaya koyduğumuz en önemli kozumuz genç ve dinamik nüfusumuz. Ahlaken özürlü bir nüfusun kimseye yararı
      olmayacağını kimse düşünmüyor, düşünmek istemiyor. Ekran önünde hep birlikte kirlenip fahişeleşiyoruz. Satılık ruhlar ülkesi haline geliyoruz.

      Sabah

    • #47819
      taner_karakaya
      Katılımcı

      EĞİTİM PANELİNDE ŞOK 'İRTİCA' SÖZLERİ!..

      Kocatepe Kültür Merkezi’nde dün kadınlar ve erkeklerin ayrı ayrı oturduğu panel, Kuran okunmasıyla başladı. İşte gündeme oturacak panelden notlar:

      İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı (İlkav) Başkanı Mehmet Pamak, “Resmi İdeoloji Kıskacında Eğitim Sistemi ve Din Eğitimi” panelinde Kemalist düzeni eleştirerek, “YÖK'le, generalleriyle ve Cumhurbaşkanı ile İslam’a ve Müslümanlara 'irtica' yaftasıyla saldırılmaktadır” dedi.
            Kocatepe Kültür Merkezi’nde dün kadınlar ve erkeklerin ayrı ayrı oturduğu panel, Kuran okunmasıyla başladı. Pamak, panelde yaptığı konuşmada, Türkiye’de mevcut eğitim sisteminden kaynaklı ahlaki ve kültürel büyük erozyon yaşandığını iddia ederek, “Zorunlu eğitim sisteminin ulus devletin istekleri doğrultusunda düşünmeyen, eleştirmeyen ve itaatkâr kuşaklar yetiştirdiğini” öne sürdü.
            “Zorunlu eğitim, insanları tek tipleştirmektedir” diyen Pamak, “Türkiye’de devlet okullarının zulüm düzenini dayatabilmek için araç olarak kullanıldığını” iddia etti. Pamak, “Kemalist düzenin, sorunun temelini oluşturduğunu, millete batılı seküler sistemi dayattığını” da iddia etti.
            “Yolsuzluk, fuhuş, uyuşturucu gibi toplumu kemiren olumsuzlukların mevcut eğitim sisteminden kaynaklandığını” öne süren Pamak, “Generalleriyle, YÖK’le ve Cumhurbaşkanı ile İslam’a ve Müslümanlara 'irtica' yaftasıyla saldırılmaktadır. Gelin elinizdeki silahı, yetkileri bırakın. Şiddet değil, silah değil, düşünceler konuşsun. Birlikte özgürce tartışalım, özgürlüklerin yolunu açalım” dedi.

      Din derslerinde laisizm var

            Öğretmen-Sen Genel Başkanı Yusuf Tanrıverdi de, devletin halkıyla moral değerler açısından ayrı düştüğünü savunarak, “Ulus devletin sürü kültürüyle hareket eden bir toplum istediğini, bunu gerçekleştirmek için de araç olarak okulları kullandığını” iddia etti. “Okullarda, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleriyle çocuklara din bilgisi verilmediğini” öne süren Tanrıverdi, “Halk, çocuklara din dersleriyle İslam öğretiliyor sanıyorsa alakası yok. Din kültürü derslerinde Atatürk ilkeleri ve laisizm var” dedi. 

    • #47820
      taner_karakaya
      Katılımcı

      İKİ AYLIK BEBEĞİN KANINDA ALKOL ÇIKTI!..

      İki aylık bebek, kanında tespit edilen aşırı alkol nedeniyle hastaneye kaldırıldı:

      ABD'nin colorado eyaletinde iki aylık bir bebek, kanında tespit edilen aşırı alkol nedeniyle hastaneye kaldırıldı. Yapılan ölçümlerde, bebeğin kanındaki alkolün, bir yetişkin sürücünün kanında bulunmasına izin verilen miktarın dört katı olduğu belirlendi.

      Polis, bebek ve annesini hastaneye bırakan annenin erkek arkadaşının aranmakta olduğunu, annenin ise çocuğunun kanına bu kadar alkolün nasıl karıştığı konusunda çelişkili ifadeler verdiğini söyledi. Halen yoğun bakımda olan bebeğin velayetinin annesinden alınarak çocuk esirgeme kurumuna verildiği belirtildi. Colorado'da kanındaki alkol miktarı kan miktarının yüzde 0,08'ini bulan bir sürücü, yasal olarak sarhoş olarak kabul ediliyor.

    • #47821
      inanç şinel
      Katılımcı

      Bunlar da mı oldu
      05.12.2006 / Yiğit Bulut / Yorum     

      Birileri kimseye hesap verme gereği dahi duymadan ülkeye 42 bin ton mal sokuyor, birileri de kimseye sormaya bile ihtiyaç duymadan ülkenin ormanlarını kesiyor, arada aslında çok büyük fark yok. Tek sorun hükümetlerin irade eksikliği.

      “Ormanlar, sahiller, bankalar” derken yeni bir skandaldan daha Turhan Çömez sayesinde haberdar olduk. Konu, çeltik daha doğrusu çeltik fiyatının yapılan bir ithalat ile düşürülmesi. Merak ettiyseniz, sizlere hemen Çömez’in konu hakkında verdiği soru önergesini aktarmak istiyorum.

      1- Türkiye’ye yapılan çeltik ve pirinç ithalatı ile ilgili, 2004 ve 2005 yılında uygulanan tarife kontenjanı 2006’da neden uygulanmamıştır?

      2- 2006 yılında tarife kontenjanı yerine referans fiyat uygulamasına geçilerek ithal edilecek tüm pirincin 570 $/ton bedel üzerinden vergilendirilerek millileştirilmesi uygulaması yapılmakta mıdır?

      3- Pirinç için belirlenen 570 $/ton’luk bedel hangi kriterler esas alınarak karara bağlanmıştır?

      4- 570 $/ton bedel üzerinden vergilendirilerek ithal edilen pirincin millileştirilmesi uygulaması ile yerli üreticinin korunabileceğini düşünüyor musunuz?

      5- 2006 yılında şu ana kadar toplam ithal edilen çeltik ve pirinç miktarı ne kadardır?

      6- 2006 yılı içerisinde bir firmanın İskenderun Gümrüğü’nden 42 bin 800 ton pirinç ithalatı gerçekleştirerek 305 $/ton bedelle millileştirdiği bilgisi doğru mudur?

      7- Söz konusu firmanın 570 $/ton bedel üzerinden vergi vermeyerek bu ithalatı gerçekleştirdiği ve 5 milyon 250 bin dolar vergi avantajı sağlayarak yerli çeltik ve pirinç piyasasını olumsuz yönde etkilediği iddialarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

      8- Söz konusu firma teminat mektubu vererek vergi ödemeden millileştirdiği bu pirinci hangi yasa/yönetmelik/genelgelere göre Türkiye’ye getirmiştir?

      9- Bu işlemin yasal olmadığını düşünüyor musunuz?

      10- Pirinci Türkiye’ye ithal eden firmadan yönetmelikler uyarınca alınması gereken vergilerin tahsil edilmesi için bir süreç başlatacak mısınız?

      11- İthal edilen 42 bin 800 tonluk pirincin Mısır’dan getirildiği ve yerli pirinçle paçal yapılarak piyasaya sürülmesi kaydıyla fiyatların kırıldığı iddialarının araştırılması gerektiğini düşünüyor musunuz?

      12- İskenderun Gümrüğü’nden ithal işlemlerini gerçekleştiren bürokratlarınız hakkında herhangi bir işlem yaptınız mı? Yapmayı düşünüyor musunuz?

      13- Yerli çeltik üreticilerinin korunması için Hükümetin ne gibi politikaları olacaktır?

      Değerli dostlar, Çömez’in soruları sonrası aklıma şu çıkarım geliyor. Birileri “kimseye hesap verme” gereği dahi duymadan ülkeye 42 bin ton mal sokuyor, birileri de kimseye sormaya bile ihtiyaç duymadan ülkenin ormanlarını kesiyor, arada aslında çok büyük fark yok. Tek sorun devlet otoritesinin daha doğrusu devlet dediğimiz kavramın arkasında sağlam durması gereken hükümetlerin irade eksikliği. ”İradenin zaaftan mı eksik kaldığı” sorusu ise işin başka bir yanı. Bana sorarsanız ne orman katliamında, ne de yukarıda örneklenen gelişmelerde “irade zaaftan dolayı devre dışı” kalmıyor. Bilerek irade ortaya konmuyor, bilerek birilerine sonuna kadar göz yumuluyor.

      Not: Geçtiğimiz hafta içinde defalarca Beykoz’da başka siteler de var, hatta oralarda “çok derin ilişkiler” var, üstüne gidelim uyarısında bulundum. En sonunda kamuoyu diğerlerini de görmeye başladı. Son bir tespit ile size veda etmek istiyorum. Beykoz bölgesinde yaşananlar, sadece orman işgali değil, son 20 yılın ilişkileri, Türkiye için yeni “SUSURLUK”tur… Üstüne gitmeye cesareti olanları davet ediyorum, buyurun yola çıkalım.

    • #47822
      inanç şinel
      Katılımcı

      Neydi bu gizli anlaşmanın hükümleri
      12.12.2006 / Yiğit Bulut / Yorum     

      Türkiye Cumhuriyeti ve 72 milyon adına birileri devamlı sözler verip imzalar atıyorlar, malın gerçek sahipleri olan bitenden asla haberdar edilmedikleri gibi onları korumakla görevli devlet mekanizmaları dahi devre dışı bırakılıyor.

      Kıbrıs konusunda Genelkurmay'a ve Cumhurbaşkanı'na bilgi verildi mi? Hükümet, devlet politikası dışına çıktı mı? Herkesten gizli bir şekilde “taviz” sayılabilecek girişimlerde bulunuldu mu? Son 4 gündür Ankara’da ve İstanbul’da en çok tartışılan soruları.

      Bu tartışmaları ve soruları unutmayın, gelin geçmişten özellikle Mart 2003 tarihinden itibaren Türkiye’nin daha doğrusu Türkiye Cumhuriyeti adına hükümetin, “Koalisyon güçleri” ile ilişkilerini anlatan, gözler önüne seren, başka detaylara bakalım ve bazı sorular soralım.

      * Erdoğan, 3 Kasım seçimlerinden hemen sonra Paul Wolfowitz’e bir mektup yazdı ve “generaller ile bir toplantı yapacağımı umuyorum” diyerek, Genelkurmay kapısından ABD desteğiyle geçmeyi denedi mi? Aynı mektup “şahsi cep telefonum” diye bitiyor muydu? Ülkede iktidara gelen bir partinin genel başkanının “bir savunma bakan yardımcısına bu tavır içinde bir mektup yazması” doğru mu?

      * Yaşar Yakış ve Babacan, ABD’nin “Türkiye’nin bir bölümüne asker yerleştirme” isteklerine karşılık, ABD’ye giderek maddi pazarlıklarda bulundular mı? Başkan Bush, istenen para karşısında “burada işiniz yok, dönün ve tezkereyi çıkarın” dedi mi?

      * Türk Hava sahası İngiliz ve Amerikan uçaklarına, 19 Mart tarihinde “acil olarak” açıldı mı? İlk kullanımlar hangi karara dayanarak yapıldı? ABD ve Irak uçakları Irak’ı bombalamak için Türk hava sahasını 4000’den fazla geçiş ve kalkış için kullandılar mı? Bu kulanım sırasında Türk askeri makamlarından izin alındı mı?

      Dokuz maddelik plan

      * Abdullah Gül, Vatan gazetesinden Sedat Sertoğlu ile yaptığı bir söyleşide “Ben bu gezileri yapmadan önce, şimdi senin oturduğun koltukta (Eliyle koltuğa vurdu) ABD Dışişleri Bakanı Powell oturuyordu. Onunla 2 sayfalık 9 maddelik bir plan üzerinde anlaştık. Ama ben her yaptığımı kalkıp açıklayamam ki. Powell Suriye'ye giderken de benimle konuştu. Gizli olan bir sürü gelişme var…” cümlelerini kulandı mı? Bu gizli anlaşmanın maddeleri neydi? Devletin makamlarının da bilgilendirilmesi gereken bu “9 maddeden” Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay'ın da haberi oldu mu? Böyle gizli bir plana evet deme hakkını TBMM devre dışı bırakılarak, Dışişleri bakanı hangi yetkiye dayanarak kendinde buldu?

      Değerli dostlar, son 4 gündür Kıbrıs’ta AB’ye taviz verildi mi? Atılan adımdan devletin haberi var mıydı sorularını tartışıyoruz. İnanın Kıbrıs ile ilgili atılan adımlar devede kulak. 58. ve 59. hükümet döneminde o kadar çok “yazılmış mektup, verilmiş söz” var ki, hangisini burada yazsam şaşırdım.

      Bu noktada sizlere Abdullah Gül’ün 24 Mayıs 2003 tarihinde Vatan gazetesinde çıkan (http://www.gazetevatan.com.tr/root.vatan?exec=haberdetay&tarih=24.05.2003&Newsid=9721&Categoryid=3 ) söyleşide yukarıdaki cümleleri ettiği ve bahsettiği 9 maddelik gizli anlaşmanın yerli ve yabancı basında tahmin edilen şeklini sizlere aktarmadan sadece bir çağrı yapmak istiyorum; Sayın Gül, sizin bizzat gizli dediğiniz bu anlaşma ile ilgili inanılmaz yorumlar yapılıyor, ben bir vatandaş olarak bunlara inanmıyor, inanmak istemiyorum. Sizden ricam; lütfen detayları açıklayın.

      Devlet devre dışı
      Sonuç: Kıbrıs’ta ne olduğunu tartışanlara toplum olarak ne kadar zayıf bir hafızaya sahip olduğumuzu göstermek için yukarıdaki detayları bir kez daha aktarmak istedim. Ne kadar acı değil mi; Türkiye Cumhuriyeti ve 72 milyon adına birileri devamlı sözler verip imzalar atıyorlar, malın gerçek sahipleri “olan bitenden asla haberdar” edilmedikleri gibi onları korumakla görevli devlet mekanizmaları dahi devre dışı bırakılıyor.

      Not: Yukarıdaki yazıya bir ekleme daha yapalım. 31 Mart 2003 tarihli Wall Street Journal gazetesinde “Erdoğan’ın bir mektubu” yer alıyor. Mektup oldukça ilginç. “Ülkem vefalı bir dost ve müttefiktir” başlığı altında Türkiye’nin ABD çıkarlarına nasıl bağlı olduğunu anlatan Erdoğan, sonunda şöyle bitiriyor; “… We further hope and pray that the brave young men and women return home with the lowest possible casualties, and the suffering in Iraq ends as soon as possible. (Kahraman ve cesur kadın-erkek Amerikan askerlerinin en az zarar ve kayıpla evlerine dönmelerini umuyor ve bunun için dua ediyoruz)” Ne kadar ilginç değil mi; Türkiye’de yapılan konuşmalarda öldürülen Iraklı Müslüman çocuklara vurgu yap, ABD halkına hitaben, o çocukları öldüren askerleri için dua ettiğini söyle!

    • #47823
      inanç şinel
      Katılımcı

      Halk Bankası’nı ucuza kapatmak isteyenlere çok kötü bir haberim var
      30.12.2006 / Yiğit Bulut / Yorum   

      Konu hakkındaki detaylara geçmeden bu tip tezler ortaya attığımda başımdan geçen benzer olayları sizlere aktararak başlamak istiyorum.

      1- Tüpraş’ın Zorlu’ya toplam 2 milyar dolarlık bir değerle satıldığı ihale öncesinde ve sonrasında bu işleme gerek gazetelerde gerekse TV’lerde en şiddetli muhalefeti gösterdim. Tezim çok açıktı; Tüpraş en az 6,5 milyar dolar eder. Bu düşüncemi kamuoyu ile paylaştıktan sonra özellikle “böyük böyük şirketlerin” bazı üst düzey yöneticileri, akıllarınca karşılaştığımız davetlerde benim tezimle çok eğlendiler. Onlara göre 2 milyar dolar mükemmel bir fiyattı. Sonuçta Tüpraş 8,3 milyar dolarlık bir değere satıldı.

      2- Türk Telekom için satılmasın dedim ama ille de satılacaksa “değeri en az 10-12 milyar dolar” eder tezimi defalarca aktardım. Aynı arkadaşlar yine çok eğlendiler. Türk Telekom 13 milyar dolara satıldı.

      Değerli dostlar, bu aktarımlar sonrası detaylara girmek ve bir adım geri giderek “Halkbank blok olarak satılmalı mı?” sorusundan başlamak istiyorum. Ne diyorsunuz, sizce “blok olarak” satılmalı mı?

      Kendi görüşümü aktararak başlayayım Halkbank kesinlikle blok olarak satılmamalı. Eğer kesinlikle bir özelleştirme olacaksa, Türk halkına “arz” edilmeli…

      Peki Halkbank neden bu kadar önemli?

      Halkbank ile ilgili bazı detayları aktarmak istiyorum. Eminim, okuduktan sonra “Bu detayları bilmiyorduk” diyeceksiniz. İnanın bazılarını bizler de gözden kaçırmışız!

      Aktifi yüzde 107, mevduatı yüzde 149 arttı

      Halkbank'ın internet sitesinden aldığım, banka ile ilgili bazı tespitler:

      * “Kurulmasının temelinde Büyük Önder Atatürk'ün Küçük esnafa ve büyük sanayi erbabına muhtaç oldukları kredileri kolayca ucuza verecek bir teşekkül vücuda getirmek fikri, önemli bir yer tutmuş ve her zamanki gibi yol gösterici olmuştur.”

      * Bu gerçekler ışığında 1933 yılında çıkarılan 2284 sayılı Halk Bankası ve Halk Sandıkları Kanunu ile Türkiye Halk Bankası'nın kuruluş süreci başlamıştır.

      * Bu kanunla ülkemizde kurulmak istenilen mesleki küçük kredi sistemi ikili bir yapı arz eden karma bir sistem olarak düşünülmüştür.

      * Bu sistemde küçük kredi sorununu merkezden yönetecek bir Halk Bankası'nın ve bu bankanın uygun gördüğü yerlerde asli fonksiyonu üstlenecek olan Halk sandıklarının kurulması öngörülmüştür. (Bu aktarım sonrası hemen soralım: Halkbank'ın blok olarak özellikle yabancı bir bankaya satılması yukarıda tarif edilen “ruha” uygun mu?)

      * Bankaya 1992 yılında bütün aktif ve pasifleriyle birlikte Türkiye Öğretmenler Bankası T.A.Ş. (Töbank), borç, alacak, mevduat ve taahhütleriyle de 1993 yılında Sümerbank ve 1998 yılında Etibank devredilmiştir.

      * Emlak Bankası faaliyetlerini yürütemediği gerekçesiyle T.C. Ziraat Bankası A.Ş.'ye devredilmiş, 12 Kasım 2001 tarihinde Türkiye Emlak Bankası'nın 96 şubesi ise, personeli ve bilançosuyla birlikte T.C. Ziraat Bankası A.Ş.'den T. Halk Bankası A.Ş.'ye devredilmiştir.

      * 2004 yılının ikinci yarısında Pamukbank T.A.Ş., Halk Bankası A.Ş.'ye devredilmiş, devir işlemleri ise 17 Kasım 2004 tarihi itibarıyla tamamlanmıştır.

      Peki bunlar “resmi veriler”, haber kaynakları konu hakkında ne diyor?

      Bankanın en büyük taliplerinin haber sitelerinin eski tarihli tespitleri:

      * 2001 krizinin ardından finansal yeniden yapılandırmaya tabi tutulan bankada 5.5 yıllık dönemde krediler yüzde 679, özkaynaklar ise yüzde 234 arttı.

      * 2001 yılında 1 milyar 174 milyon YTL olan bankanın toplam kredileri, 2006 temmuz sonuna gelindiğinde 9 milyar 142 milyon YTL'ye çıktı.

      * Bankanın 943 milyon YTL düzeyinde bulunan özkaynakları da 3 milyar 148 milyon YTL'ye yükseldi. Aynı dönemde 15 milyar 349 milyon YTL düzeyinde olan toplam aktifler 31 milyar 784 milyon YTL'ye çıkarken, burada yaşanan artış da yüzde 107 olarak ölçüldü.

      * Toplam mevduat artışı ise yüzde 149 olarak hesaplanırken, bankanın mevduatı 10 milyar 238 milyon YTL'den 25.5 milyar YTL'ye yükseldi.

      – 555 şube ve 6,4 milyon müşterisi ile şube ağı açısında Türkiye'nin 4'üncü büyük bankası ünvanına sahip bankanın, özellikle küçük ve orta boy işletmeler (KOBİ) ve esnaf kredilerinde uzmanlığı bulunuyor.

      Satın alan rakipsiz olacak

      Sonuçlar;

      1- Konu hakkında düşüncem net: Halkbank kesinlikle blok olarak satılmamalı, halkın malıdır satılacaksa bu milletin hakkıdır. Eğer ille de satacağız derlerse, fiyat ile ilgili olarak da şu tezi ortaya atabilirim: Halkbank, diğerlerinin aşağı yukarı eşit olduğu bir ortamda alan adına “rekabeti” bitirecek. Halkbank'ı alan rakipsiz olacak.

      2- Daha değişik bir açıdan: Halk Bankası alıcılar açısından bütün rekabet dinamiğini değiştirecek “altın parça”dır. Satıcı yani Türk halkı için de; “elindeki en değerli” mallardan biridir.

      3- Olaya bütün bu denklemler eşliğinde bakınca taban fiyatı “Akbank ve İş Bankası” piyasa değerlerinin ortalamasından başlamalı ve “alıcının iştahına” göre yukarı gitmeli. Tam olarak ne kadar derseniz, taban fiyat 12-12,5 milyar dolardan başlamalı ve alıcının iştahına göre yukarı gitmeli.

      Not: Tekrar etmek istiyorum, Halk Bankası “normal” kriterler ile değerlendirilemez. Bu aynen 12 eşit parçalı bir arsanın “11 parçasını” satın alanların 12. parçayı almak ve öne geçmek istediğinde olmaları gibi bir durum. 11 parselin sahipleri var ama inşaat izni alacak ve diğerlerinin önüne geçecek olan 12. parçayı satın alacak olan. Bu örneklemeyi Türk bankacılığına taşırsak, birbirine yakın şekilde Türkiye'de konuşlanmış yabancı bankalar var ve bunların bazıları “pazarda en büyük” olmak istiyor. En büyük olma yolunda; büyümesi, farklılaşması diğerlerinin önüne geçmesi çok zor. Yapılacak tek hareket var; bir büyüğü satın almak. Böyle bir dinamik içinde “Halk Bank” stratejik parça.

    • #47824
      inanç şinel
      Katılımcı

      Başbakana açık mektup (1)

      Sayın Recep Tayyip Erdoğan,

      Birkaç günden bu yana Türk kamuoyu ile, ABD’nin ülkemizi K. Irak ve terörle mücadele konusunda hayal kırıklığına uğrattığına dair görüşlerinizi paylaşıyorsunuz. Kuzey Irak’ın ABD tarafından PKK’nın varlığına rağmen güvenli bölge olarak nitelendirilmesine karşı çıktığınızı da açıklamıştınız. Ancak, Kuzey Irak’ı sadece terör ve PKK anlamında ele alıp, bunun dışındaki gelişmelerin Türkiye için ikincil öneme sahip olduğu görünümünü vermek büyük bir yanlıştır.

      Esasen, K. Irak’ta yuvalanan PKK, Türkiye için taktik bir tehlike iken bu bölgede kurulacak bağımsız bir Kürt devleti ülkemiz için stratejik bir tehdittir. Bağımsız Kürt devleti sürecinde Aralık 2007’de yapılacak olan Kerkük referandumu, Ortadoğu bölgesi ile Türkiye’nin istikrarı ve güvenliği açısından yaşamsal bir öneme sahiptir. 2007 yılında Türk dış politikasının odak noktasının Irak olacağını açıklamanız da bu konuda artık daha etkili bir politika arayışı içinde olunacağını göstermelidir inancındayım.

      Türkiye’nin artık K. Irak ve Irak’ta ABD ile uyumlu ve “sorumlu” siyaset zemininde bir ilerleme kaydedemeyeceği ve en haklı çıkarlarını da savunamayacağı ortaya çıkmıştır. Son üç yılda İran ve Suriye izledikleri politikalar ile Ortadoğu’da işbirlikleri aranan ve sayılan ülkeler haline gelirken, Türkiye  “etkisiz eleman” haline gelmiştir. 2007 yılı, Türkiye’nin Ortadoğu ve Irak’ta etkili ve kararlı adımlarla varlığını ortaya koyma yılı olmalıdır. Bu sene atılmayacak adımlar ülkemize kan ve gözyaşına mal olacaktır.

      Sayın Erdoğan,
      Böyle bir politikanın olmaz ise olmaz ilk adımı, ABD’ye hem bir Kürt oluşumunu desteklemek hem de Türkiye ile dost olmanın aynı zeminde gerçekleşemeyecek iki politika olduğunu açık bir şekilde anlatmaktır. Ankara’nın içi boş bir stratejik ortaklık söyleminin arkasından gitmeyeceği Washington’a izah edilmelidir. Bu çerçevede, Türkiye’nin terör ile mücadelesine destek vermeyen bir ABD’nin  “küresel terör ile mücadele”  stratejisine verilen desteğin sona erdirileceği ortaya konulmalıdır.

      Türkiye, ABD’den somut olarak, Kerkük’te referandumun iptal edilmesini, Kerkük’ün Türkmen niteliğinin kabul edilmesini ve Irak’a bağlı kalmasını, Kerkük’e yapılan nüfus müdahalesinin sonuçlarının geri çevrilmesini sağlayacak adımları atmasını talep etmelidir. Ankara, ayrıca Washington’un Mart 2007’ye kadar PKK’nın K. Irak’taki varlığına son vermesini talep etmelidir.
      Bu talepler yerine getirilmez ise Türkiye’de terörist eylemler gerçekleştiren ve lojistik desteklerini K.Irak’tan sağlayan PKK’ya seyirci kalan ABD’nin, Ankara’dan terörle mücadele konusunda destek istemesinin ahlakî temeli olmayacaktır. O zaman  Türk ordusunun Afganistan’daki ve Lübnan’daki bütün görevleri sona erdirilmek üzere derhal incelemeye alınmalıdır. İncirlik üssündeki Amerikan uçuşlarının durdurulmasının değerlendirilmesine başlanmalıdır. Türkiye’ye yönelik açık düşmanlık veya oyalama taktikleri sona ermedikçe Ankara, Irak konusunda Washington ile her türlü sivil ve askeri işbirliğini sona erdirmelidir. Irak’a yapılan ve Irak’tan yapılan bütün askeri ve sivil uçuşlara
      Türk hava sahası kapatılmalıdır. Ankara, ABD’nin İncirlik’i kullanmasına imkân veren anlaşmayı gözden geçirmelidir.

      Yarın devam edeceğiz..

      ÜMİT ÖZDAĞ , YENİÇAĞ GAZETESİ

      Tarih:06.01.2007

    • #47825
      inanç şinel
      Katılımcı

      MİT'DEN TARİHİ UYARI : “ULUS DEVLET TEHDİT ALTINDA”

      Bekle-gör-tavır al taktiği uygulanamaz , HÜRRİYET GAZETESİ – 6 Ocak 2007

      Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı Emre Taner, Türkiye’nin gerek stratejik ve gerekse jeopolitik önemi nedeniyle kendisini hiçbir zaman olayların akışına bırakma ya da ’bekle-gör-tavır al’ taktiği ile sınırlama lüksüne sahip olmadığını söyledi.

      MİT’in bugün kuruluşunun 80. yılını kutlaması nedeniyle Taner, dün Anıtkabir’i ziyaret etti. “Bulunduğumuz dönem, birçok ulus devlet ve milletin, hızlı bir şekilde tarih maratonunu kaybetmeye başladığı süreci anlatacaktır” diyen Taner’in mesajları şöyle:

      YENİDEN TANIMLANIYOR

      Dünyadaki tüm değerler, ilişkiler, sistemler ve düzenler, ister sosyal-ekonomik-siyasi, ister ahlaki-dini olsun yeniden şekilleniyor ve tanımlanıyor. Yaşadığımız bu süreç, aynı zamanda parçası olduğumuz uluslararası sistemin de kuralları, başrol oyuncuları ve figüranlarıyla mevcut olandan çok farklı bir boyutta yeniden belirlenmeye ve hatta doğmaya çalıştığı bir döneme kaynaklık etmektedir.

      1990 SONRASINA HAZIRLIKSIZ KALINDI

      20. yüzyılın ikinci yarısında kurulan iki kutuplu dünya düzeninin uzun süre devam etmeyeceği önceden öngörülebilir bir olgu olmakla birlikte 1990 ve sonrasındaki sürece hazırlıksız yakalanıldı. Elbette bunun en önemli nedeni, sistem içindeki yapılanmaların ve analizlerin statükocu yaklaşıma koyu bir muhafazakarlıkla sahip çıkmalarıdır. Bu nedenle de geleceğe yönelik tahminler bu katı kuralcı yaklaşım içinde başarısız olmuştur.

      TEŞKİLATLAR YETERSİZ KALDI

      Bir ’değer devrimi’ de yaratan bu radikal değişim süreci, sarsıcı bir hızla her şeyi etkisi altına almış, savunma ya da uyum mekanizmaları geliştirmeye imkan tanımamıştır. Soğuk Savaş döneminin ortaya çıkardığı katı kurallarla işleyen istihbarat teşkilatları da ortaya çıkan bu yeni ve inanılmaz derecede oynak ortam karşısında ister istemez yetersiz kalmışlardır.

      ULUS DEVLET VE MİLLETİ KAYBETME SÜRECİ

      Bulunduğumuz dönem, gelecekte birçok ulus devlet ve milletin, hızlı bir şekilde tarih maratonunu kaybetmeye başladığı süreci anlatacaktır. Bu devletler sadece gelişmemekle ve dünya yönetiminde söz sahibi olanlar arasına dahil olmamakla kalmayacak, aynı zamanda birçoğu günümüz teknolojik devriminin ve küresel ekonominin rekabetine dayanamayıp ulusal egemenliklerini de büyük ölçüde yitireceklerdir.

      TEHDİTLER İYİ ALGILANMALI

      Ulusal ve uluslararası düzeyde gerçekten sağlam politikalar üretebilmek ve uygulayabilmek için ulusal güvenlik ve ulus-devlet yapısına yönelen tehdit ve kaynakları iyi algılayabilmek, ulusun karşı karşıya olduğu fırsatları ve tehditleri öngörmek, doğru analiz edebilmek ve uygun vasıtalar ile karşı koymak zorunluluğu/ihtiyacı her zamankinden daha fazla hissedilir hale gelmiştir.

      STABİL YAPI UMMAK FAYDASIZ BİR UĞRAŞ

      21. yüzyıl güvenlik ortamı, istihbarat fonksiyonlarının önemi ve etkinliğini hiç olmadığı kadar artırmıştır. Önümüzdeki dönemde uluslararası sistemin kuralları belirlenmiş stabil bir yapıya kavuşacağını ummak ve bu yönde tanımlamalar geliştirmek faydasız bir uğraş olacaktır.

      TÜRKİYE KENDİNİ SINIRLAYAMAZ

      Bu süreç içinde Türkiye, gerek stratejik gerekse jeopolitik önemi nedeniyle kendisini hiçbir zaman olayların akışına bırakma ya da ’bekle-gör-tavır al’ taktiği ile sınırlama lüksüne sahip değildir. Uluslararası sistemi ayrıntılı ve isabetli bir tanımlama ile (kendi konumu ile ilgili) taktik, stratejik ve yüksek stratejik tutumlara sahip olmak zorundadır. Yalnız savunma pozisyonunda olmak Türkiye’ye haiz şartlar nedeniyle kabul edilemez bir davranış olacaktır. Bu nedenle de Türkiye tüm kartlarını/avantajlarını maksimum düzeyde bir verimlilikle değerlendirmek durumundadır. Elbette bunu gerçekleştirebilmesi hiç de kolay değildir.

      İstihbarat güçlendirilmeli

      Ulusal gücü sağlamanın ve korumanın en etkili yolu, istihbarat fonksiyonlarının ulusal güvenlik politikaları ve ulusal çıkarları destekleyecek şekilde yapılandırılması ve geliştirilmesidir. Jeopolitik ve stratejik konumu itibariyle oldukça zor bir coğrafya üzerinde bulunan Türkiye için güçlü bir ekonomi, kusursuz bir dış politika ve caydırıcı bir askeri yapılanma şeklinde adlandırabileceğimiz çok sağlam üç ayağa sahip olmak bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.

      SORUMLULUĞUMUZ ÇOK BÜYÜK

      Ülke olarak içinden geçmekte olduğumuz bu zorlu dönemde özellikle merkezinde bulunduğumuz ve bir parçası olduğumuz uluslararası sistemin gelişim süreci, Milli İstihbarat Teşkilatı olarak duyduğumuz sorumluluğu en üst seviyeye çıkarmış durumdadır.

      Yeniden yapılanmalıyız

      Ulusal güvenliğimizin ve ulusal çıkarlarımızın gelişimine katkıda bulunacak bir stratejik istihbarat yaklaşımı bağlamında teşkilatımızın mevcut yapısının, yukarıda ifade edilen ihtiyaçlara cevap verecek şekilde hem organizasyon şeması bakımından hem de söz konusu şemaya işlerlik kazandıracak/hayat verecek organizasyon kültürü açısından revize edilmesine yönelik 2006 yılında başlattığımız çalışmaları 80. yılımızı da kutlayacağımız 2007 yılı içinde sonuçlandırmak amacındayız.

    • #47826
      inanç şinel
      Katılımcı

      Böyle muhalefetle seçim olsa ne olur, olmasa ne olur…

      Muhalefete bak…
      Gerçekten Allah’ın AKP’ye yardım ettiğini düşünmeye başladım.
      Öyle ya, Başbakan Erdoğan bir konuşmasında ‘Böyle bir muhalefet olduğu için Allah’a şükürler olsun’ dedi…
      Tabii şükredecek…
      İktidardan kaçan
      kaçana…
      Parti kuran kurana…
      Kendisini şeyh sanıp başka partileri müridi olmaya davet eden
      edene…
      Böyle muhalefet çok tatlı iktidar için…
      Sapsız, çöpsüz…
      Çekirdeksiz mandalina misali…
      Hoş, soyulmasına gerek bile yok, hazır soyulmuş geliyor…
      Meclis kürsüsünden ve bayramlaşma törenlerinden hançeresi yırtık bağrışmalarla muhalefet bu kadar oluyor…
      Plan yok, proje yok…
      Partiler paramparça, bir araya gelip konuşan yok…
      ‘Siz bize gelin, yok siz buyurun’ başlıklı veya içerikli konuşmalar…
      Atıp tutmaya gelince onlardan vatanseveri ve onlardan fedakârı yok…
      Kendini demokrasiye adamışlara bir bakın…
      Adamak nefer olmak demek, adamak her şeye rağmen şeyh minderinde oturmaya çalışmak demek değil.
      Koltuklarındaki tutkallarla, vazgeçilmezleri oynayanlar, fedakârlıktan bahsetmesin asla.
      Liderlerin (kimin ve neyin lideri olduğuna bakmaksızın) ‘bir lokma bir hırka’ edebiyatı parçaladığı bir ortamda disiplinli ve iktidarı köküne kadar yaşamış bir AKP’nin karşısında, bırakın seçmene ve savunduğu fikre, kendine bile inancı olmayanlar ne kadar mesafe alabilir?
      Bir arpa boyu…
      Yaşlandıklarında torunlarına anlatırlar ‘Az gittik, uz gittik dere tepe düz gittik. Bir de bakmışız ki bir arpa boyu yol gitmişiz’
      diye…
      Bence şu anki partilerin hiç birinin iktidar olmak gibi bir niyeti yok.
      Olsalar, ortaya plan ve proje koyarlar…
      Olsalar, meclisteki temsilciler arasına katılmak için fikren kendilerine yakın partilerle güç birliği yaparlar…
      Ama particilik ve lidercilik oynamak kolay.
      Sonra da Başbakan bir börekçiden onlarla ilgili durum saptamasını yapar:
      ‘Biz onların eline çelik çomak verdik oyalansınlar diye’…
      O parti bu partiyi kirli buluyor, bu parti şu partiyi kurnaz…
      O parti bununla aynı fikirde ama kadroları yerlerinden kalkıp da birleşmek istemiyor.
      Niye?
      Çepeçevre sarıp izole ettikleri başkanları koltukları kaybederse onlar da etrafındaki tabureleri kaybedecekler.
      Memleket iki koltuk, üç tabure, beş mindere kurban.
      Kürsüden her inen, ‘yaşa başkan, ne güzel atıp tuttun’ nidalarıyla ayakları yere değmeden omuzlara alınıyor.
      Uzatın elinizi size en yakına, ne kaybedersiniz?
      Koltuk mu?
      Zaten var mıydı ki?
      Sürüyü kaybetmişsiniz, ala danayı arıyorsunuz…
      Çok geç oluyor, çok geç…
      Vatandaşı birliğe çağıracak insanlarda biraz yüz olmalı…
      Birliğin anlamını bilmeden nereye çağırıyorsunuz beni?
      Siz biliyor musunuz ki size güvenip geleyim?
      Hayret bişey!

      ABDULLAH ÖZDOĞAN, YENİÇAĞ GAZETESİ

    • #47827
      inanç şinel
      Katılımcı

      Günün yazısı

      Lübnan kurtuldu sayılır…

      Büyük bir misyon üstlenerek ve tarihin ona verdiği görevi icra ederek Lübnan’a da el attı.
      Gazeteler bunu şöyle duyurdular:
      “Lübnan’a Erdoğan önerisi…”

      Türkiye’yi halletti, Lübnan kaldı çünkü. Ben size söyleyeyim, Lübnanlılar geleceklerini buna göre düzenlerlerse yakında Lübnan bölünür.
      Taş üzerinde taş kalmaz.

      Erdoğan Lübnanlılara demiş ki:
      “Duygusallığı bir kenara bırakıp ulusal çıkarları öne çıkartmak zamanı gelmiştir…” Büyük söz…
      Peşinden Lübnan Başbakanı Fuad Sinyora’ya uzun uzun “taktik verdiği” bildiriliyor.
      Ben biliyorum; bu değerli görüşleri dinledikten sonra, Fuad Sinyora’nın çölde bir hurma ağacının altında ağlayarak “Başıma bir şey geldi, o neydi?..” diye sorması büyük olasılık.
      Bu, Başbakan ve yanında değerli bakanları ile Lübnan’a gidişinin serüvenidir.

      Geçiyorum dönüşe:
      Dönüşte uçakta PKK’nın faaliyetlerini sürdürdüğünü, koordinatörlük kurumunun işe yaramadığını, ABD’nin ciddi adım atmadığını… Kısacası; Türkiye’nin aczini ve çaresizliğini anlattı gazetecilere.
      Akıllı insanlar “Koordinatörlük” dümeninin PKK ile pazarlık anlamına geleceğini, uyduruk ve oyalama işi olduğunu söylediklerinde, sinirlenip bunun başarı sağlayacağını söyleyen kimdi?..

      Yine Başbakan…
      Uçakta şunları söyleyen de Başbakan:
      “PKK ile mücadelede özel temsilci (Koordinatör’ün adını özel temsilci olarak değiştirmiş, ki çelişkisi fazla anlaşılmasın) konusunda somut adım yok. ABD’den de ciddi adım bekledik, bu da yok…” PKK; Türkiye’yi bölmek üzere kurulmuş, eli kanlı, hain bir terör örgütüdür.
      Ve kim ne derse desin, PKK bildiğini okuyor. Aczini ifade eden, atılacak adımı ABD’den bekleyen ise Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakan’ı… Bir de gitmiş Lübnan’ı kurtarmaya.
      Fuad Sinyora’yı bir hurma ağacının altında görürseniz, keçilerle konuşurken…

      Bekir COŞKUN  HÜRRİYET

    • #47828
      inanç şinel
      Katılımcı

      NECATİ DOĞRU , VATAN GAZETESİ

      Memleketi pırasa fiyatına satıyorlar!

      İşte belgesi! Sanıyorum kıyaslansa Türkiye’de Başbakan’dan sonra en çok seyahat eden kişi, benim dostumdur. Bu dostumun, Başbakan gibi iki uçağı, bir helikopteri yoktur. Yine de Sibirya’dan, Afrika’nın ucuna, Kanada’dan Çin Denizi’ne seyahat eder; üst düzey ve alt düzey yöneticilerle, kültür ve sanat insanlarıyla görüşür, konuşur.

      Özetle, dünyayı izler.

      İsmini yazmayacağım.

      İstemez.

      Yabancı sermayeye karşı değildir. Küreselleşmeden yanadır. Türkiye’nin AB’ye tam üye olmasını yürekten savunur. Rekabete inanır. Türk toplumunun; ABD’den, AB’den, Batı’dan ve hatta Rusya’dan, Çin’den kopup, “içine kapanarak yaşayamayacağını, geri kalacağını, zenginliğini büyütemeyeceğini, demokrasisini ve insan haklarını geliştiremeyeceğini” düşünür. Savunur. Yılbaşı öncesi Viyana’ya gitmişti. Satın almış, bana getirdi.

      Ne bu?

      Bir dergi!

      ***

      Adı: Homes Overseas. Uluslararası bir dergi. 2007 Ocak sayısı. Fiyatı 3.25 İngiliz Sterlini. Bu dergiyi ilgilisi bilirmiş. Dünyada satılığa çıkartılan ev, apartman, villa, bahçe, tarla, arsa “mala-mülke dair” ne kadar cazip, moda, trend olmuş yatırım varsa sayfalarına alır ve “kıyaslamalı olarak” tanıtırmış.

      İlanlar yayınlar.

      Alıcı ile satıcının buluşup anlaşmasına yayın yoluyla aracılık eder.

      190 sayfa dergi.

      Aç 8. ve 9. sayfayı.

      Siyah zemin üzerine kırmızı çerçeve kareler yaratıp büyük harflerle yazmışlar:

      Hot Investment…

      Hot Investment…

      Opportunities…

      Opportunities…

      Yani: Sıcak Yatırım… Sıcak Yatırım… Fırsat… Fırsat… Neymiş bu “sıcak yatırım fırsatı” diye bakınca; “Bizim memleketi pırasa fiyatına sattıklarını” görüyorsunuz. Siyah zemin üzerinde kırmızı kareler içine satılık evlerin fotoğraflarını de yerleştirmişler. Ve fiyatlarını da üstüne yazmışlar.

      Morocco (Fas):

      62 bin sterlin.

      Bulgaristan sahili:

      35 bin 800 sterlin.

      Bulgaristan kayak evleri:

      46 bin sterlin.

      İtalya sahil evleri:

      51 bin sterlin.

      İspanya:

      81 bin 400 sterlin.

      Florida:

      183 bin 400 sterlin.

      Cape Verde (Archipelago Adaları, Kuzey Atlantik):

      29 bin 500 sterlin.

      Türkiye:

      Sadece 16 bin 500 sterlin.

      İlanda Türkiye’de bu fiyata satılığa çıkartılan evlerin Fethiye, Dalaman, Ovacık, Hisarönü, Kalkan, Altınkum, Didim ve Bodrum gibi ülke turizminin gözbebeği ve altın değerde kabul edilen kasabaları olduğunu da yazmışlar.

      Bu nasıl fiyat?

      Türkiye niçin bu kadar ucuz?

      Yap-satçı firmalar, sahil kasabasındaki evleri bu pırasa fiyatına nasıl satabiliyor? Gerçekten ilanda yazılı özellikleri olan evleri mi satıyorlar, yoksa dağ başında, yolu, ışığı, suyu, kanalizasyonu olmayan dört duvar bir çatı konulmuş sıvasız, penceresiz evleri mi?

      Türkiye turizmde dayak yedi.

      50 milyar dolar yatırdı.

      En ucuz konaklama bizde.

      Avrupalı, kendi ülkesinde bir öğle yemeğinde bir bifteği ancak alabileceği paraya Türkiye’de 5 yıldızlı otelde yeme-içme-uçak her şey dahil 24 saat kalabiliyor. Türkiye şimdi aynı ucuz turist çizgisine yabancıya ev satışında da düşüyor.

      Haberiniz olsun. 

    • #47829
      ERTEKİN
      Katılımcı

      Ahmet HAKAN
      ahmethakan@hurriyet.com.tr

      Yeni başlayanlar için ’selamün aleyküm’

      İSTANBUL Müftülüğü’nün hazırladığı ve İstanbul camilerinde okunan hutbede şu söylenmiş:

      “Dinimizde selam verme kısaca ’esselamü aleyküm’ veya ’selamün aleyküm’ şeklindedir. Kendisine selam verilen kişi de ’aleyküm selam’ şeklinde karşılık verir.”

      Peki “günaydın”, “iyi günler”, “merhaba”, “naber”, “nasıl gidiyor”, “baba ne iş” gibi selamlaşma biçimleri?

      Hutbede bu konuya da değinilmiş.

      Söylenen şu:

      “Bunlar da olabilir. Ama ’selamün aleyküm’ daha güzel ve sünnete uygun olanıdır.”

      ***

      Madem söz “sünnete uygun” olandan açıldı, o zaman İstanbul Müftülüğü’nün yeni hutbelerini beklememiz gerekir.

      Çünkü…

      İslami camia “sünnettir” diye yıllardır başka kalıplar da kullanmaktadır.

      O kalıplardan bazılarının kullanım biçimi şöyledir:

      BİR: Diyelim ki bir yere girdiniz ve içerdekilere “selamün aleyküm” diye selam verdiniz. Yetmez… Çıkarken de aynı şekilde “selamün aleyküm” diyeceksiniz.

      İKİ: Diyelim ki hapşırdınız. Hemen “elhamdülillah” diyeceksiniz. Karşınızdaki seküler bir eda takınıp “çok yaşa” falan demeyecek. Bunun yerine söylenmesi gereken “yerhamükallah” tabiridir. Anlamı “Allah sana acısın, merhamet etsin”dir.

      ÜÇ: Diyelim ki oruç açıyorsunuz ya da namaz kıldınız. Karşınızdaki size “Allah kabul etsin” dememeli. Bunun yerine aynı anlama gelen Arapça şu sözü söylemeniz gerekir: “Tekabbelllah.”

      Örnekleri çoğaltabiliriz. Ama şimdilik bunlarla yetinelim.

      ***

      Vallaha ne Zekeriya Beyaz’lık, ne de Yaşar Nuri’lik yapmak isterim ama şu “selam genelgesi”nin adının resmen “şekilcilik” olduğunu söylemezsem çatlarım.

      Hatırlıyorum:

      Yıllar önce yeniyetme bir İslamcı iken, “selamün aleyküm”ün anlamının “selam size” olduğunu öğrenmiştim.

      Ve delikanlılık hevesiyle, “aykırılık” olsun diye hacı amcaların falan bulunduğu kahveye daldığımda “Selam size ey cemaat” demiştim de, hacı amcalar hemen “Oğlum sen komünist mi oldun?” diye tepki koymuşlardı.

      Çünkü o günlerde solcular “aleyküm” bölümünü atıp sadece “selam” diyerek selam verirlermiş.

      ***

      İlahiyat uzmanı sayılmam.

      “Dinde reform” talebiyle ortaya çıkacak kadar haddini bilmez de değilim.

      Ama bildiğim bir şey var:

      İster “selam” deyin, ister “günaydın” deyin, ister “baba ne iş” deyin, isterse “esselamü aleyküm ve rahmetullah” deyin, hiç fark etmez.

      Çünkü sonuçta önemli olan “hikmet”tir.

      İşin “hikmet” boyutunu elden kaçırdığınız anda da “tutuculuk” ve “şekilcilik” başlar.

      Ayrıca…

      Mesela neden “Türkçe ezan”ın olamayacağına dair ortaya atılan tezler karşısında ikna oluyoruz.

      Ancak…

      Söyler misiniz, şöyle gönül rahatlığıyla Türkçe “Allah kabul etsin” ya da “günaydın” da mı diyemeyeceğiz?

    • #47830
      inanç şinel
      Katılımcı

      Kemalist laiklikten, Osmanlı sekülarizmine
      08.01.2007 / Yiğit Bulut / Yorum     

      Bugüne kadar cumhurbaşkanlığı seçimlerinin piyasalara etkilerini sizlere defalarca aktarmış ve 2006 mart başından itibaren dünya piyasalarından kopmamızı, iç siyasi risk anlamında analiz etmiştik. Bugün, konuya farklı bir açıdan bakmak ve 1700’lü yıllardan itibaren başlayan Orta Doğu’ya hakim olması planlanan bir modelde (makro planlarda olmayan, planı bozanlar tarafından büyük bir savaş verilerek kurulan) Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanlığı makamının neden çok önemli olduğuna değinmek istiyorum.

      Konuyu detaylandırırken bazı noktalara değinelim;

      * Roma (Avrupa) İstanbul (Anadolu) coğrafyası arasındaki iktidar mücadelesi M.S. 330’dan başladı ve Osmanlı’nın gerekli ekonomik değişimi sağlayıp, Avrupa ile birlikte “atağa” kalkamadığı 1700’lü yılların başına kadar devam etti.

      * 1700’lerin başından itibaren mücadele Roma (Avrupa) tarafından kazanıldı ve İstanbul coğrafyası Avrupa tarafından “devşirilir” hale geldi. O güne kadar “devşirimle” süreci İstanbul’dan Roma’ya doğru olurken, akım yön değiştirdi. Burada bir not düşelim: Bugün yaşadığımız Avrupa Birliği (AB) süreci de “1700’ler sonrası başlayan 1920-1939 arası Atatürk ile kesilen ve 1939 sonrası yeniden başlayan “devşirimle” sürecinin bir parçası.

      * 1900’lerden sonra bu devşirimle sürecine “Avrupa’nın idealleri uğruna” Müslüman coğrafyasına tezleri ile hakim olabileceği düşünülen İstanbul’un (Anadolu) dönüştürülmesi ve özellikle Alman çıkarları uğruna kullanılması süreci eklendi. Bu dönemde Almanya diğerlerinden ayrışarak Osmanlı üstünde kesin bir avantaj elde etti. Alman İmparatoru II. Wilhelm’in müslüman olduğu haberleri eşliğinde Orta Doğu’ya hakim olma yolunda İstanbul coğrafyası bütün unsurları ile kullanıldı. Bu dönemde “Osmanlı İmparatorluğu’nun Genelkurmay Başkanlığı dahi” bir Alman Generali'ne bırakıldı.

      Genç TC manipüle edilemedi

      * Bu yapı sadece 1920-1939 arasında kesintiye uğradı ve genç Türkiye Cumhuriyeti “manipüle edilemedi”…

      * 2. Dünya Savaşı'nda ve öncesinde de durum farklı değildi. Potansiyel bir Rus (komünizm) tehlikesine karşı dine dayalı sivil unsurlar ABD ve Almanya tarafından harekete geçirildi. Bu süreç, Almanya’nın “Orta Doğu petrollerine dokunmadan Orta Asya petrol bölgelerine ulaşması” şartıyla İngiltere ve Fransa tarafından da desteklendi. Türkiye’de komünizm tehlikesine karşı dini unsurların devlet çarklarına enjekte edildiği süreç hızlandı.

      * Savaş sonrası Türkiye’nin NATO’ya katılım sürecinde dahi “Türkiye kurulacak bir Orta Doğu Komutanlığı” mantığı ile yapıya zorlama alındı. (Konu hakkında İngiltere’nin görüşmeler sırasındaki yazılı tespitlerine ulaşılabilir).

      * 1980 sonrası da aynı mantığı gördük. “Ilımlı İslam Devleti” mantığı altında Orta Doğu ve Orta Asya’da haki olmak isteyen Roma’nın (1945 sonrası Roma derken ABD liderliğinde ABD ve Avrupa birlikte algılanmalı) yine bu coğrafya üzerindeki oyunları sürece hakimdi. Devletin resmi organlarında “Kemalist laiklikten, Osmanlı sekülarizmi'ne” başlıklı raporlar yayınladı. Aydınlar “yeni bir sentez pompalarken”, devlet çarklarına Atatürk ilkelerinden uzaklaşan,uzaklaştıran her türlü fikrin pompalanmasına devam edildi.

      * 1999 ekonomik krizi sonrası ve özellikle 2003 döneminden hemen sonra aynı mantığın yeniden ortama çok güçlü bir şekilde hakim olduğunu gördük. Orta Doğu’ya “model ve ağabey” olacak bir Türkiye modeli yeniden hayata geçmeye başladı. Arap ülkelerine sevimli görünmesi gereken Türkiye’de, TBMM’den “Amerika’ya izin veren tezkere” geçmedi. Tezkere kabul görmedi ama ABD Türk topraklarını tezkere varmış gibi kullandı. Geçmeyen tezkere Orta Doğu’da alkışlandı, devlet çarkları süratle Kemalist laiklikten, Osmanlı Seküralizmine dönüşen Türkiye’ye 80 yıl sonra Arap kralları geldi. Bu krallar Dolmabahçe sarayında kabul gördüler (ABD ve AB’nin yeni Osmanlıcılık teorisi sembolik olarak da pratik edilmeye başlandı)… Bu arada “Osmanlı Seküralizmi” gereği “diğer dinlere ait” unsurlar da harekete geçirildi. Papa’nın ziyareti “bu topraklardaki yapının” nereye kadar sınırlarının zorlanabileceği açsından önemliydi…

      Sonuç: 1700’ler sonra iktidar mücadelesinin kaybedilmesi ile başlayan süreç hala devem ediyor ve dönüştürülmek istenen Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanlığı seçimi de, 1700’lerden başlayan ve yalnızca Atatürk döneminde kesilen bu sürecin devam etmesi hatta hız kazanması açısından çok önemli bir düğüm.

      38.700'ün üstünde hisse almayın

      Sonuç: Laik Türkiye Cumhuriyeti özellikle Kemalizm doktrini, 1700’lerden başlayan zorlama yapının içinde makro planları yapanlara göre olmaması gereken unsurlardı. Bir grup inanan insan, makro güçlere karşı savaş verdiler ve bu yapıyı kurdular. Kurulmadan önce de sonrasında da diğerleri ana planlarından hiç vazgeçmediler. Şimdi bu vazgeçmeyiş son halkasına doğru ilerliyor. Bu gidişi engelleyebilecek tek bir sivil hamle var; o da CHP’nin “bir an önce Meclis’i boşaltması”. Bu adımı atmaz ve Atatürk’ün partisi olarak bu gidişe en azından şimdilik “dur” deme sorumluluğunu yerine getirmez ise; “bu gidişe ortak olur”. Deniz Baykal’a duyurulur…

      Not: Piyasalarda “içeride bir mucize yok, tamamen dışarıya endeksli” bir yapı var. 38.700'ün üstünde hisse almayın, 1,4360 altında sıçrama stratejisine oynayarak dolar maliyeti yapılabilir” tezini sizlere defalarca aktarmıştım. Yurtdışı bozulmaya başladı ve “içeride bir mucize olmadığını” bugünden itibaren göreceğiz. Sakin olmakta yarar var.

    • #47831
      lubimaya
      Anahtar yönetici

      Ahmet HAKAN
      ahmethakan@hurriyet.com.tr

      Yeni başlayanlar için ’selamün aleyküm’

      İSTANBUL Müftülüğü’nün hazırladığı ve İstanbul camilerinde okunan hutbede şu söylenmiş:

      “Dinimizde selam verme kısaca ’esselamü aleyküm’ veya ’selamün aleyküm’ şeklindedir. Kendisine selam verilen kişi de ’aleyküm selam’ şeklinde karşılık verir.”

      Peki “günaydın”, “iyi günler”, “merhaba”, “naber”, “nasıl gidiyor”, “baba ne iş” gibi selamlaşma biçimleri?

      Hutbede bu konuya da değinilmiş.

      Söylenen şu:

      “Bunlar da olabilir. Ama ’selamün aleyküm’ daha güzel ve sünnete uygun olanıdır.”

      ***

      Madem söz “sünnete uygun” olandan açıldı, o zaman İstanbul Müftülüğü’nün yeni hutbelerini beklememiz gerekir.

      Çünkü…

      İslami camia “sünnettir” diye yıllardır başka kalıplar da kullanmaktadır.

      O kalıplardan bazılarının kullanım biçimi şöyledir:

      BİR: Diyelim ki bir yere girdiniz ve içerdekilere “selamün aleyküm” diye selam verdiniz. Yetmez… Çıkarken de aynı şekilde “selamün aleyküm” diyeceksiniz.

      İKİ: Diyelim ki hapşırdınız. Hemen “elhamdülillah” diyeceksiniz. Karşınızdaki seküler bir eda takınıp “çok yaşa” falan demeyecek. Bunun yerine söylenmesi gereken “yerhamükallah” tabiridir. Anlamı “Allah sana acısın, merhamet etsin”dir.

      ÜÇ: Diyelim ki oruç açıyorsunuz ya da namaz kıldınız. Karşınızdaki size “Allah kabul etsin” dememeli. Bunun yerine aynı anlama gelen Arapça şu sözü söylemeniz gerekir: “Tekabbelllah.”

      Örnekleri çoğaltabiliriz. Ama şimdilik bunlarla yetinelim.

      ***

      Vallaha ne Zekeriya Beyaz’lık, ne de Yaşar Nuri’lik yapmak isterim ama şu “selam genelgesi”nin adının resmen “şekilcilik” olduğunu söylemezsem çatlarım.

      Hatırlıyorum:

      Yıllar önce yeniyetme bir İslamcı iken, “selamün aleyküm”ün anlamının “selam size” olduğunu öğrenmiştim.

      Ve delikanlılık hevesiyle, “aykırılık” olsun diye hacı amcaların falan bulunduğu kahveye daldığımda “Selam size ey cemaat” demiştim de, hacı amcalar hemen “Oğlum sen komünist mi oldun?” diye tepki koymuşlardı.

      Çünkü o günlerde solcular “aleyküm” bölümünü atıp sadece “selam” diyerek selam verirlermiş.

      ***

      İlahiyat uzmanı sayılmam.

      “Dinde reform” talebiyle ortaya çıkacak kadar haddini bilmez de değilim.

      Ama bildiğim bir şey var:

      İster “selam” deyin, ister “günaydın” deyin, ister “baba ne iş” deyin, isterse “esselamü aleyküm ve rahmetullah” deyin, hiç fark etmez.

      Çünkü sonuçta önemli olan “hikmet”tir.

      İşin “hikmet” boyutunu elden kaçırdığınız anda da “tutuculuk” ve “şekilcilik” başlar.

      Ayrıca…

      Mesela neden “Türkçe ezan”ın olamayacağına dair ortaya atılan tezler karşısında ikna oluyoruz.

      Ancak…

      Söyler misiniz, şöyle gönül rahatlığıyla Türkçe “Allah kabul etsin” ya da “günaydın” da mı diyemeyeceğiz?

      sevgili Ahmet Hakan şunu anlayamıyor malesef…
      Tamam bu selamlamaları yap, ama bunu yaparsan sünnet daha hayırlıdır diyor.
      bu kadar basit.sen seçimini yap.ama tavsiyeleride göz önüne al.

    • #47832
      ERTEKİN
      Katılımcı

      Belki din alimi sayılmayabilirim ama benim sünnet le ilgili dine zarar verdiğini düşündüğüm en önemli hususlardan bir de Sünnet yorumudur.
         
          Eğer sünnet olayına çok dar bir pencereden yani birebir uymak ( birebir yaparsan daha iyi ama yapmazsanda olur)
      penceresinden bakarsak aklıma şu sorular takılıyor

      1-Aynısını yapmak daha hayırlı ise niye farklısını yapalım?

      2-Taklit etmeye çalışırken Konunun özünü kavramayı da ıskalıyormuyuz?

      3-Neden düşüncelerle değil de olaylarla ve kişilerle ilgileniyorz?

      4-Taklit etmeye çalışırken dine (ve özellikle sünnetlere ) zarar veriyormuyuz

      Selamlaşmak konusundaki örneğe adapte olursak.Dönemin koşulları içerisinde ( bölge dil ve sosyolojik yapı)kimse kimseye selam vermez iken insanlar yoğun bir savaş,guruplaşma ve yokluk içerisinde hoşgörüsüzlük ortamında iken insanlara birbirlerini anlamanın birbirleriyle diyaloğa geçip etkileşebilmeler için selamlaşmayı esas (gelenek haline getirme) kılmak için selamlaşma örnek bir davranış biçimidir ( yurt dışında yaşarken hatırladığım en belirgin şeylerden biride tanısın tanımasın herkesin bir yerde rastlaştığı birine hafifçe gülerek selamlaşmasıdır)

      Bu bağlamda selamlaşmanın iki insan arasındaki diyaloğa katkısı olacağı malum ancak selamımızın içine allah kelimesini ekleyerek ne karşıdaki ile allah arasında nede bizimle allah arasında bir köprü kurmak mümkün değil çünkü biz o köprüyü başlı başına selam vererek (ne şekilde olduğu önemli değil) iyi ve duyarlı bir insan olma çabası ile kurmuş oluruz.

      Ahmet Hakanın yazısını buraya aktarmamdaki maksatta budur ..yazıda da belirtildiği gibi önemli olan hikmettir yani ne şekilde yaptığın değil ne yaptığın önemlidir.

      Bu bağlamda tüm davranışlarımızı sorgulayabilirsek sanırım herşeyden önce inançlarımızı da dar kalıplardan çıkarıp özüne ulaştırmış oluruz.

      Bu tüm diğer sünnetler gelenek görenek ve alışkanlıklar için de geçerlidir.

      Köşe yazarı değilim ama köşe yazısı kadar uzun oldu neredeyse  :) konuyu farklı bir  başlıkta da istişare edebiliriz

      Saygılarımla

      Ertekin Karakaya

    • #47833
      Levent KIYAN
      Katılımcı

      illa benide konusturacaksiniz ! alin o zaman;

      nasil selam vereceginizi, nasil giyineceginizi, nasil yasayacaginizi, nasil oturup kalkacaginizi bilmiyorsaniz, utanin !

      ona buna ne soruyonuz ?,  sizin akliniz, beyniniz, ruhunuz, mantiginiz, birikiminiz yok mu ?

    • #47834
      saksu
      Ziyaretçi

      Ben örneğin bir eczaneye girdim, merhaba diye selam verdim, cevap sadece bakış oldu.
      Ama sünnete uygun verseydim selamı, kesin lafla da cevap vereceklerdi… Orada olan, yukarıdaki yazının sonlarında söylene, hikmet boyutunun elden kaçırılmasına basit bir örnek..

    • #47835
      Levent KIYAN
      Katılımcı

      Bati dünyasindada , iceri giren selam vermezse, tuhaf tuhaf bakarlar !

    • #47836
      saksu
      Ziyaretçi

      Bu selam konusunda Ahmet Hakan'ın eleştirisine benzer şekilde Turkish Daily News te de bir haber çıkmış…
      http://www.turkishdailynews.com.tr/article.php?enewsid=63455

    • #47837
      inanç şinel
      Katılımcı

      Bekir COŞKUN – HÜRRİYET

      Yepyeni bir yazar oluyorum…

      BUGÜN itibarıyla yazı stilimi olumlu yönde değiştiriyorum. Bu köşede şöyle başlıklar görürseniz şaşırmamalısınız diyorum:

      “Ne yaptın Hülya?..”

      Ya da:

      “Arzu doğru yolda ilerliyor…”

      Bundan sonra böyle…

      Her zaman önemle eğileceğim meseleye ve “Arzu doğru yolda ilerliyor mu, ilerlemiyor mu” bakacağım.

      Kim kiminle?

      Kim kimi kimledi?

      Hangi namlı kadın, hangi işadamı ile yattı ve kalktı?.. Hangisinin şeyi, eli… Kimin şeyinde, cebinde?..

      Benim sorunum olacak dostlar.

      Söylemedi demeyin.

      *

      İzmir'de popstar elemelerine, sabah karanlığında kuyruğa giren 5 bin kişi katıldı, miting alanı gibiydi orası diyorlar.

      Popstar yarışmalarında Bülent Ersoy'un bir erkek yarışmacıyla fingirdemesi müziğin, şarkıların, sanatın önüne geçti biliyorsunuz.

      Gazeteler “Rezillik” diye başlık attılar.

      Ama 5 bin kişi karanlıkta koşuyor.

      Böyle ilgi duyulan bir demokratik eylem, bir tepki toplantısı, bir hak arama mitingi gördünüz mü?

      Hayır…

      Yine dün Hürriyet'in internet sayfasına baktım, orada “En çok okunan haberler” bölümünde, en çok okunan “g-string” haberiydi.

      Oysa aynı sayfada; düşen uçaklardan Irak'ta yeni stratejiye… Çocukların geleceğinden küresel afetlere kadar birçok “insani” haber vardı.

      “G-string” öndeydi.

      *

      Kimi yazarlarımızın niye “bacak arası yazıları” yazdıklarını, kimisinin niye “bar yorumlarına” bayıldıklarını… Kimisinin niye “mürekkep olarak ruj” kullandıklarını, kimisinin niye “ağdacı sohbetlerine” yer verdiklerini şimdi daha iyi anlıyorum:

      Bu milletin yazarı olmak için…

      Ve işte ben de başlıyorum, burnumu sokacak bir delik arıyorum.

      Dikkatle bakıyorum; “Arzu ilerliyor” mu?..

      Yazılarıma “Arzu'nun ilerlemesindeki son görüşlerime gelince…” diye giriyorum.

      Oradan, “Ece'nin poposu konusuna farklı bir bakış”a geçiyorum.

      Söylemedi demeyin, yepyeni bir yazar oluyorum…

    • #47838
      Levent KIYAN
      Katılımcı

      Bekir COSKUN'a tavsiyem, bu sitede, bilhassa Hemsire ve Ufo baslikli konulara yazdigim yorumlarimi okusun !

    • #47839
      inanç şinel
      Katılımcı

      levent abi senin yorumlarına bişey dememiş zaten Bekir Coşkun  :)
      O olayın Türk medyasındaki olumsuz yansımasını anlatmış ne istediğini niçin istediğini ne oldugunu ve neler olacagını bilmeyen bırakın bilmeyi ilgi bile duymayan Türk Toplumuna çatmış yoksa senin yorumlarını takip eden biri olarak duyarlı ve bilinçli yorumlarının bize kazandırdığı farklı bakış açıları ve artılar yadsınamaz.Bu bakımdan yazılarının insanlara çok sey kattığı kanaatindeyim,Emeğine sağlık abi.

    • #47840
      saksu
      Ziyaretçi

      Köşe yazısı değil ama ilginç. Milliyetten
      *********
      Gökçek'in kavşak çalışması, diplomatik krize neden oldu
            Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafında Atatürk Bulvarı’nda gerçekleştirilen kavşak çalışmaları diplomatik krize neden oldu. İtalya’nın Ankara Büyükelçiliği dün Dışişleri Bakanlığı ve Belediye’yi protesto etti. Bulgaristan Büyükelçiliği her elektrik kesintisinde Dışişleri Bakanlığı’nı arayarak çözüm bulunmasını isterken Almanya’nın Ankara Büyükelçiliği “İletişim kurmamız imkansızlaşınca durum tahammül edilemez oluyor” açıklamasını yaptı.
            Atatürk Bulvarı’nda Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından gerçekleştirilen kavşak çalışmalarının sık aralıklar ve uzun süreli olarak elektrik ve su kesintisine neden olması bulvar üzerinde yer alan ve aralarında Almanya, Polonya, İtalya ve Bulgaristan’ın bulunduğu Büyükelçiliklerde büyük sıkıntıya neden oldu. İnşaat çalışmaları sırasında sürekli olarak elektrik ve telefon kablolarının yanlışlıkla kesilmesinin Büyükelçiliklerin ülkeleriyle irtibatlarının kesilmesine neden olduğu bildirildi.
           
           İTALYA PROTESTO ETTİ

            ANKA’nın edindiği bilgilere göre dün telefon kablolarının kesilmesi üzerine dün gün boyunca ülkeleriyle iletişimi kesilen Büyükelçiliklerden İtalya Dışişleri Bakanlığı ve Büyükşehir Belediyesi nezdinde girişimde bulunarak bu durumu protesto etti. İtalyan bir diplomat “Bu bardağı taşıran son damla oldu” dedi ve AB’ye aday bir ülkede böyle bir durumun yaşanmasının soru işaretlerine ve hayal kırıklığına neden olduğunu kaydetti.
            İtalyan diplomat sözlerini şöyle sürdürdü: “Hep hoşgörü ile yaklaşmaya çalıştık. Ancak gayri ciddi bir durum var. Büyükelçilik bizim ülke toprağımız ve Türkiye’nin bu topraklara garanti sağlaması gerekiyor. Saygı görmek istiyoruz. Pazartesi günü Başbakanımız Prodi gelecek. Birçok ön çalışma yapılıyor. Ancak ülkemiz ile irtibatımız kesildiği için sürekli cep telefonları üzerinden çalışmak zorundayız.”
           
           ALMANYA 'TAHAMMÜL EDİLEMEZ' DEDİ

            Almanya Büyükelçilik Sözcüsü Klemens Semtner ise Belediye ve Türk makamları ile inşaat çalışmalarından kaynaklanan sorunların en yumuşak şekilde atlatılması için işbirliği yaptıklarını söylerken sözlerini şöyle sürdürdü: “Ancak iletişim kurmamız imkansızlaşınca durum bir hayli tahammül edilmez oluyor. Biz Türk makamlarının Büyükelçiliklerin aralıksız işleyişi için her türlü çabayı göstereceğini ümit ediyoruz.”
           
           BULGARİSTAN SÜREKLİ DIŞİŞLERİNİ ARIYOR

            Bulgaristan’ın Ankara Büyükelçiliği yetkilileri ise çalışma koşullarını olumsuz yönde etkileyen inşaat nedeniyle sürekli elektrik ve telefonlarının kesildiğini söyledi ve her kesintide Dışişleri Bakanlığı’nı arayarak soruna çözüm bulmalarını istediklerini kaydetti.
      ANKA

    • #47841
      Levent KIYAN
      Katılımcı

      Sayin Inanc SINEL;

      taktirinizi kazanmak güzel birsey, tesekkür ederim !

    • #47842
      lubimaya
      Anahtar yönetici

      İki cümle vardı ki kanıma dokundu. İlki, “Öğrencilerimiz de konumumuzu biliyor ve bize geçici gözüyle bakıyor. Öğrencinin öğretmene davranışı değişiyor.”

      İkincisi ise “Öğretmenler odasında ücretli ve sözleşmeli öğretmende psikolojik bir eziklik sözkonusu.”

      Tempo Dergisi'nin bu haftaki sayısında söyleşi yaptığımız bir öğretmenden aktardım.

      27 yaşında cesur ve haklarına sahip çıkan bir öğretmendi. İşinden olmasın diye yüzünü saklamamıza gönlü razı olmamış,” bir hak mücadelesi veriyoruz, utanacak bir şey yok. Lütfen, yüzümü saklamayın” demişti.

      Yine de sakladık. Zira bir başka cümlesi daha vardı. “İş güvenliği okul müdürünün iki dudağının arasındaydı.”

      Yani öyle soruşturma açılması, disipline verilmesi, bir yasayı çiğnemesi, yüz kızartıcı bir suç işlemesi gerekmiyordu. Müdürün tipinden kıl kapması bile yeterliydi. Şöyle bir cümle kurabilirdi: “size ihtiyacımız kalmadı. Bugüne kadarki emeğiniz için teşekkür ederiz.”

      Tabi ikinci cümle müdürde bir nezaket olduğu varsayımına dayanıyor.

      Sadece o kadar. Bir öğretmenin iş güvenliği sorunu bir yana, öğrencisiyle kurduğu iletişim, bilgi aktarımı, sömestr vb. gerçekliklerin hiçbir önemi yok. Müdüre o sabah selam vermeyi unut-muşsanız ya da diyelim ki, öğretmenler odasını temizle türü afaki bir isteğini geri çevirmişseniz, size teşekkür ediyorlar.

      Öğretmenler Odası'na giriyorsunuz, kadrolular size göz ucuyla bakıyorlar. Onların neredeyse yarısı kadar maaş alıyorsunuz. Asgari ücretten sadece 35-40 milyon lira fazla kazanıyorsunuz. Kadrolu arkadaşlarınız, “nasıl olsa bu da gider” diye sizinle tanışmayı bile erteleyebiliyor.

      Sınıfa giriyorsunuz, öğrencileriniz o sömestr belki üçüncü belki de dördüncü “ücretli öğretmeni” ile tanışıyor. “Bakalım bu ne zaman gidecek” tavrı ile size biraz küstah, biraz alaycı baktıklarını hissediyorsunuz.

      Adınız: Ücretli öğretmen.

      Evlenemiyorsunuz. 450 milyon lira maaşla ev-lenseniz ne olur?

      Üstelik ara tatilde ve yaz tatilinde bu maaşı da kazanamıyorsunuz. Yani yıllık maaş ortalamanız asgari ücretin de gerisinde.

      Öğrenciler ve öğretmenler kar tatili yaptığında siz yas tutuyorsunuz. O günkü tatil, size beş derse patlayacak. Yani o derse güvenerek aldığınız bir şeylerin taksiti aksayacak.

      Bir “ücretli öğretmen”den aldığımız maile göre 450 milyon liralık maaşına karşılık, üç ayda kredi kartı borcu 527 milyon.

      “Dişimi sıkar, bir gün emekli olurum” diye de düşünemiyorsunuz. SSK'dan emekli olacaksınız ama ders verdiğiniz günleri saydıkları için bir aylık sürenin sadece 12 gününü emekliliğinize saydıkları için 250 yaşında filan emekli olabiliyorsunuz.

      Türkiye'de eğitimi özelleştirme politikalarının “en” ücretli köleleri ücretli öğretmenler. Emek sektörünün “mevsimlik işçileri.” Yoksulluk, işsizlik ve umutsuzluktan beslenen bir işgücü cehenneminin “en alttakileri.”

      Benim aklım öğrenciliğimde. “Vekil öğretmenler” gelirdi. Öğretmenimiz ya hastaydı ya da tayin olmuştu. O hocalarımdan hiç dayak yemedim. Hep nazik ve dikkatli olduklarını hatırlıyorum. “Vekalet” ettikleri bir makama özen gösterirlerdi. Halel gelmesin diye diğerlerinden-kadrolu hocalarımızdan-daha çalışkan ve dikkatliydiler. Açıkçası biz de onlara karşı daha cüretkârdık. Yine de sineye çektiler.

      Şimdi “vekaletin” yerini kölelik almış. O takım elbiseler ve tayyörlerin içindeki kırbaç izlerini göremezsiniz.

      Rıdvan Akar
      http://www.birgun.net/bolum-73-yazar-57.html

    • #47843
      Levent KIYAN
      Katılımcı

      Milliyetci Hükümet + Milliyetci Muhalefet + Milliyetci Millet = Milli Egitim Sistemi ( Bakiniz yukarida) !

    • #47844
      lubimaya
      Anahtar yönetici

      Levent abi şimdi beni daha iyi anlarsın.
      ne şartlarda çalışıp bu ülkeye hizmet ediyoruz.
      ve yinede şikayet etmemeye çalışıyoruz.
      vatanseverlik bu olsa gerek!

    • #47845
      Levent KIYAN
      Katılımcı

      vatansever ? yok yok ona KUZU VATANDAS derler! :D

    • #47846
      ERTEKİN
      Katılımcı

      TÜRKLÜĞÜN İSYANI
      Kaç zamandır Türk’ün milliyetçiliğinin patlamasından korkuyordum ben. Bunun yaşandığı gün çok kötü olur diye kaç kez uyardık ama entelektüeller bunları boş laf olarak gördü

      30 küsur yıl önce arkadaşlarım, yoldaşlarım öldürülürdü sokaklarda. Sonra öğrencilerim öldürülmeye başlandı. Hocalarıma geldi sıra ondan sonra da. Hiç bitmedi hiç ölüm haberleri. Hepsinde de aynı şeyleri yaşadım. Haberin ilk geldiği an şok sonra şaşkınlık ve korku sonra belirsizlik ve olay hakkında bir sürü teori üretme süreci…

      Birtakım beylik laflar duyulur etrafta; ‘Derin devlet, devlet istese çözer, ‘Tetikçi o ama tetiği çektiren kim sorusu…’ Sonra da insanı sıkan genellemeler; ‘Bu hepimize sıkılmış bir kurşundur’, ‘O değil Türkiye vuruldu’, ‘Katil vatan hainidir’ falan filan… Bir araba anlamsız genelleme. Sıfıra sıfır elde var sıfır. Giden gider o kadar… Bu işler çözülmez, bir şey anlaşılmaz inancı hepsinde yoğundur. Her defasında, sonra belki bir tetikçi yakalanır suçlu olarak. Belki de ölü ele geçirilir ama kimse de onun gerçek suçlu olduğuna inanmaz. Kısır döngü sürer gider… Güvensizlik, korku içindeki yaşamımız devam eder. Sonra yıldönümleri başlar. Şunun ölüm günü, bunun katletildiği gün diye, törenler düzenlenir. Böyle şeylere katıldığı an büyük mücadeleler verdiklerine inanan bir kısım insan vardır. Tüm anma törenlerinde aynı kalabalık toplanır, aynı tür konuşmalar yapılır, geçer gider yaşam ve biz yeni ölüm haberlerini bekleriz. Ve haber de önceki gün olduğu gibi mutlaka bir gün gelir. Sonra haydaaa yine başlar her şey. YETER AMA BIKTIM BU İŞTEN BEN BE YETER.

      Birkaç gündür yaşamakta olduğumuz her şey, bildiğimiz, alışık olduğumuz şeyler ne yazık ki… Yine teoriler orataya atılıyor, ‘Derin devlet vurdu’ diyenler var, ‘Devlet düşmanları yaptı bu işi’ diyenler de var…

      Neyse ne; sonucu değiştiren bir şey yok ortada. Sonucun neden ortaya çıktığını düşünelim isterseniz. Bir düşünce adamının vurulmasına uygun ortam nasıl yaratıldı, bunu bize hoş gelmese de düşünmeliyiz.
      •  Uzun zamandır bu memlekette Türk olmak neredeyse suçlu olmak konumuna itildi.
      •  Türkler ve Türkiye sürekli aşağılandı. Avrupa değerleri denildi, Türk’e vuruldu, demokrasi denildi Türk aşağılandı, Türkler hep kötü oldu.
      •  Sıradan insanımızın gururuyla sürekli oynandı.
      •  Kürtler mağdurluktan çıkıp egemen güç olmaya başladılar.
      •  Başkatil demokrasiyi savunanlarca baştacı yapıldı. Aynı kişiler bu arada Türkiye’yi her fırsatta aşağıladılar.
      •  Dış güçler hep istediler ve aldılar, Türkiye hep başeğmek zorunda kaldı, bir milletin gururuyla oynandı sürekli olarak.

      ‘Bunlar yapılmadı’ diyorsanız o zaman diyeceğim daha fazla bir şey yok. Eğer ‘evet yapıldı ama bunlar geçici bir süreçti’ diyorsanız bir şeyi hatırlamak gerekiyor… Kendimizi hatırlayalım, Türkleri hatırlayalım ne olur. Bizler cengaverizdir, bu genlerimizde var. Ayrıca uzun zamandır savaşıyoruz da, hâlâ daha genç insanların tabutları dağılıp duruyor memleketin dört bir yanına. Savaşın ve ölümlerin Türk bilinçaltını ne hale getirdiğini anlamıyorsanız o zaman da ‘tüh olsun’ demekten başka bir şey kalmıyor bana. Hrant Dink’in öldürüldüğü gece tüm haber kanalları bu konuyu tartışan malum isimler ile doluydu. Bu kişilere göre Türkiye hep kötü hep suçlu… Bunları söyleyen insanlar da güya demokrat. Kendi söylemlerinin kendi kavramlarının bu ülke insanını nasıl doldurduğunu, patlama noktasına getirdiğini hiç düşünmüyorlar, onlar bir nevi ajan provokatörler.

      Koşulları böyle olan, bilinçaltı bu şekilde yönlendirilmiş savaşçı bir ülkede patlamanın bir şekilde olacağı olay kaçınılmazdı. Türk’ün kinini tutan Pandora’nın kutusunun kapağı önceki gün açıldı ne yazık ki… Kapağı bir daha kapayabilmek de kolay değil artık. Öldürenin kim olduğu, neye hizmet ettiği de önemli değil. Kin ortamının oluşturulması ve patlamasıdır önemli olan. Kaç zamandır Türk’ün milliyetçiliğinin patlamasından korkuyordum ben. Bunun yaşandığı gün çok kötü olur diye kaç kez uyardık ama entelektüeller bunları boş laf olarak gördü. Onlar da aşağılayıcı koronun içine katıldılar. Çok tehlikeli bir süreç başladı çok… Özeleştiri yapılsın, herkes hatasını görsün ve ağzını açarken kulakları ne dediğini de duysun. Suç demokrasi eksikliğinde veya Türkiye’de değil kendi milletini tanımayan, boş konuşan insanlardadır.

      Serdar TURGUT

    • #47847
      inanç şinel
      Katılımcı

      Ertekin abi süper bir yazı yaaa, abi paylaşımın için teşekkür ediyorum,bir olay ancak bu kadar her yönüyle yazılabilirdi.Serdar Turgut a helal olsun , bu ülkedeki yanlışların ; yanlışı eleştirenlerde oldugunu resmen gözler önüne sermiş.Parayla satın alınmış düdüğü çalınca yazan konuşan bu provokatörler maalesefki Yanlışları eleştiren sorgulayan konumdaki insanlar.

      Birtakım beylik laflar duyulur etrafta; ‘Derin devlet, devlet istese çözer, ‘Tetikçi o ama tetiği çektiren kim sorusu…’ Sonra da insanı sıkan genellemeler; ‘Bu hepimize sıkılmış bir kurşundur’, ‘O değil Türkiye vuruldu’, ‘Katil vatan hainidir’ falan filan… Bir araba anlamsız genelleme. Sıfıra sıfır elde var sıfır. Giden gider o kadar… Bu işler çözülmez, bir şey anlaşılmaz inancı hepsinde yoğundur. Her defasında, sonra belki bir tetikçi yakalanır suçlu olarak. Belki de ölü ele geçirilir ama kimse de onun gerçek suçlu olduğuna inanmaz. Kısır döngü sürer gider… Güvensizlik, korku içindeki yaşamımız devam eder. Sonra yıldönümleri başlar. Şunun ölüm günü, bunun katletildiği gün diye, törenler düzenlenir. Böyle şeylere katıldığı an büyük mücadeleler verdiklerine inanan bir kısım insan vardır. Tüm anma törenlerinde aynı kalabalık toplanır, aynı tür konuşmalar yapılır, geçer gider yaşam ve biz yeni ölüm haberlerini bekleriz. Ve haber de önceki gün olduğu gibi mutlaka bir gün gelir. Sonra haydaaa yine başlar her şey. YETER AMA BIKTIM BU İŞTEN BEN BE YETER.

      Birkaç gündür yaşamakta olduğumuz her şey, bildiğimiz, alışık olduğumuz şeyler ne yazık ki… Yine teoriler orataya atılıyor, ‘Derin devlet vurdu’ diyenler var, ‘Devlet düşmanları yaptı bu işi’ diyenler de var…

      Neyse ne; sonucu değiştiren bir şey yok ortada. Sonucun neden ortaya çıktığını düşünelim isterseniz. Bir düşünce adamının vurulmasına uygun ortam nasıl yaratıldı, bunu bize hoş gelmese de düşünmeliyiz.
      •  Uzun zamandır bu memlekette Türk olmak neredeyse suçlu olmak konumuna itildi.
      •  Türkler ve Türkiye sürekli aşağılandı. Avrupa değerleri denildi, Türk’e vuruldu, demokrasi denildi Türk aşağılandı, Türkler hep kötü oldu.
      •  Sıradan insanımızın gururuyla sürekli oynandı.
      •  Kürtler mağdurluktan çıkıp egemen güç olmaya başladılar.
      •  Başkatil demokrasiyi savunanlarca baştacı yapıldı. Aynı kişiler bu arada Türkiye’yi her fırsatta aşağıladılar.
      •  Dış güçler hep istediler ve aldılar, Türkiye hep başeğmek zorunda kaldı, bir milletin gururuyla oynandı sürekli olarak.

      ‘Bunlar yapılmadı’ diyorsanız o zaman diyeceğim daha fazla bir şey yok. Eğer ‘evet yapıldı ama bunlar geçici bir süreçti’ diyorsanız bir şeyi hatırlamak gerekiyor… Kendimizi hatırlayalım, Türkleri hatırlayalım ne olur. Bizler cengaverizdir, bu genlerimizde var. Ayrıca uzun zamandır savaşıyoruz da, hâlâ daha genç insanların tabutları dağılıp duruyor memleketin dört bir yanına. Savaşın ve ölümlerin Türk bilinçaltını ne hale getirdiğini anlamıyorsanız o zaman da ‘tüh olsun’ demekten başka bir şey kalmıyor bana. Hrant Dink’in öldürüldüğü gece tüm haber kanalları bu konuyu tartışan malum isimler ile doluydu. Bu kişilere göre Türkiye hep kötü hep suçlu… Bunları söyleyen insanlar da güya demokrat. Kendi söylemlerinin kendi kavramlarının bu ülke insanını nasıl doldurduğunu, patlama noktasına getirdiğini hiç düşünmüyorlar, onlar bir nevi ajan provokatörler.

                  * *  *  *  * * * * * ** * * * * ** * * ** * * * ** * ** * * ** * * * * * ** * * *

      Admin hocam paylaşımın için teşekkürler  ,artık çok geç olmadan bu ülkede bu temel ekonomik sorunları çözmek geleceğimiz için her açıdan bir zorunluluktur. Emperyalizmin Türk Eğitim sistemine ve Eğitimcisine yansıması ancak senin paylaşımındaki kadar güzel anlatılabilirdi.Vatanseverlik olmasa bu şartlarda bu ülke hala ayakta kalamazdı bu noktada seninle hem fikirim zira şartlar ne durumda olursa olsun bize düşen elimizden gelenin en iyisini yapabilmek ve yapmaktır.

      Ayrıca Levent abi kurduğun denklem bence yanlış olmuş,zira olayın gerçekliğinden hareketle,

      Emperyalizm(Kukla Hükümet + Basiretsiz ve Halkçı olmayan Muhalefet
      – Vatanını seven Millet )= Küresel Egitim Sistemi

    • #47848
      inanç şinel
      Katılımcı

      Hurmalar tırmalar…

      “Amerikalı petrol şirketinin yetkilileri geldi bana. Rezerv tespit ettiklerini, buna talip olduklarını söylediler. Çıkarılacak petrolden yüzde 50 pay vereceklerini anlattılar… Ben, Türkiye ile anlaşmamız olduğunu, Ankara'yla konuşmam gerektiğini söyledim. Bu cevabı sevmediler… Ankara lafını duyunca, gittiler. Bir daha gelmediler.”
      Kim anlatıyor bu anıyı?
      Rauf Denktaş.

      “Avrupa Birliği'nin ve ABD'nin gözü petrol yataklarımızda… Petrol, toprağımızda değil, karasularımızda… Bu yüzden Annan Planı imzalatılmak isteniyor. Çünkü Annan Planı, Ada'ya ait tüm doğal kaynakları 'ortak devlet' in denetimine bırakıyor…”
      Bu laf kime ait?
      Serdar Denktaş'a.

      “Bundan böyle bir damla petrol, bir damla kandan daha kıymetlidir.”
      Peki bu laf kimin?
      Winston Churchill'in.
      1936'da söylemiş.

      Ve bir haber…
      Bizim basın pek alaka göstermedi… Bir haftadır “neden Ermeni olduklarını” anlatmaya çalışıyorlar… Meşguller.
      Şöyle diyor o haber…
      “İngiltere'nin Güney Kıbrıs'ta iki askeri üssü var. Ağrotur ve Episkopu üsleri… İngiliz Donanması'na ait Enterprises isimli denizdibi araştırma gemisinin, geçen şubat ayında, önce Limasol Limanı'na demirlediği, sonra denize açılarak, Ağrotur ile Episkopu üsleri arasındaki bölgede dip taraması yaptığı ortaya çıktı.”

      Toparlarsak…

      Ne oldu iki gün önce?
      Kıbrıs, Suriye, Lübnan, İsrail arasındaki bölgede, çok zengin petrol ve doğalgaz kaynakları olduğu ortaya çıktı… Aniden!
      Rumlar anlaşma imzalıyor.
      Şakır şakır.

      Sanırım, şimdi biraz daha net anlaşılıyordur… Neden Annan Planı dayatıldı, neden illa referandum yapıldı, neden Denktaş ite kaka tasfiye edildi, neden Avrupa'nın coğrafi parçası olmayan Rum Kesimi AB'ye alındı, neden İngiliz üslerine kimse ses çıkarmazken, bizim askere taktılar kafayı? Sanırım anlaşılıyordur…

      Uzattım, biliyorum… Dün ajanslara düşen üç haberi daha vereyim, bitiriyorum…


      Bir… Türkiye, Rumlarla petrol anlaşması yapan Lübnan ile Mısır'a nota verdi.
      İki… Referandumda “ortak devlet” için yüzde 65 oranında “evet” diyen KKTC halkı, bin pişman olmuş, son yapılan ankette, yüzde 65 oranında “hayır” diyor.
      Üç… Geçti Bor'un pazarı, sür eşşeği Niğde'ye.

      YILMAZ ÖZDİL , SABAH GAZETESİ

    • #47849
      inanç şinel
      Katılımcı

      YILMAZ ÖZDİL , SABAH GAZETESİ 20/02/2007

      Bukalemun…

      Gazete yapıyorsun…
      Çok satarsa, usta gazetecisin.
      Az satarsa, millet cahil.

      Kitap yazıyorsun…
      Çok satarsa, büyük edebiyatçısın.
      Az satarsa, bu millet anlamıyor.

      Ünlü bir yazar var… Çok satıyor. ” İdam kaldırılsın mı, kaldırılmasın mı” tartışılırken, idamın insanlık suçu olduğunu söylüyordu… Sonra gün geldi, çok satan kitaplarının korsanı çıktı. Kopyalayıp, satıyorlar işportada… Bu hümanist yazarımız ne dedi biliyor musunuz? “Emeğimizi çalan bu kitap korsanları asılmalı.”

      Bir de ağabeyimiz var. Gazeteci. Duayen. O da, idam cezasının “ilkel kabilelere ait bir kavram” olduğunu yazardı hep… Bir gün, çok sevdiği bir arkadaşı, halk otobüsünün altında kaldı. Öldü. Duayen ağabeyimiz, “asın bu şoförü” diye yazdı.

      “Çifte standart” tır bu ülkenin en büyük hastalığı… “Yanar döner” liktir. İşine geldiği gibi, “başın kıçın oynaması” dır. “Omurgasızlık” tır.

      Bakın son örnek…
      Kurtlar Vadisi.
      Her gün “sınırsız özgürlükler” den dem vuran, AB'yi örnek gösterirken mangalda kül bırakmayan gazeteciler, sansürü nasıl da savunuyor…
      “Televizyon dizisi deyip, geçemeyiz. Senaryodur diyemeyiz. Polat Alemdar tiplemesine, alt tarafı rol diyemeyiz. Bu dizi, terörü teşvik ediyor, mafyayı özendiriyor. Ceza şart. Bu cezaya, sansür denemez. Aydınların, halka rağmen, halkı koruması lazım.”

      Halbuki…
      Aynı arkadaşlar, bir roman 301'den yargılanırken ne yazıyordu?
      “Kardeşim alt tarafı bir roman bu… Nasıl olur da, bir roman kahramanı Türklüğe hakaret eder? Gerçek bir insan değil ki bu… Roman kahramanına ceza vermek, sansürdür. Hukuk cinayetidir. Halkın tercihlerine ipotek konulamaz. Bu çağdışı kafayla AB'ye giremeyiz.”

      İki yüzlü denemez…
      Binbir surat bunlar, binbir surat.

    • #47850
      inanç şinel
      Katılımcı

      Okşanası yanaklar…

      Bizim horonbaşı Başbakan'ın yanağını şap şap'ladı ya… Ahali bunu konuşuyor.

      Öncelikle şunun altını çizeyim…
      “Gazeteci, Başbakan'ın yanağını okşayabilir mi, okşayamaz mı” tartışması, çok saçma bana göre.
      Okşadı. Demek ki, okşayabilir.

      Alan razı veren razı olduktan sonra, ister makas alır, ister kulağını çeker, ister brunch'a davet eder, ister mangala çağırır, sana ne?
      İktidarın başındakiyle hatıra fotoğrafı çektirebilmek için kapısında yatanların, şimdi hiç utanmadan “olur mu böyle şey” falan demesi, “ciğere ulaşamayan kedi” psikolojisidir.

      Ama benim takıldığım yer, başka…
      Şekil fetişizmi var bu ülkede.
      Herkes zarf'la meşgul.
      Mazruf'a bakan yok.

      Mesela ne demiş bizim horonbaşı Başbakan'ın yanağını okşarken… “Aman ekonomide bu çizgiden sapmayın” demiş.
      Bu, tartışılmıyor.

      Dünyanın en pahalı benzini bizde.
      Dünyanın en pahalı mazotu bizde.
      Dünyanın en pahalı doğalgazı bizde.
      Dünyanın en pahalı gübresi bizde.
      Dünyanın en pahalı elektriği bizde.
      Dünyanın en yüksek faizi bizde.
      Ne varsa sattık, borç azalmadı, arttı.
      Dolaylı vergide rekor bizde.
      İhracat, ithalatı karşılamıyor…
      Cari açık rekoru bizde.
      Tarım ceset.
      Esnaf komada.
      “Kayıtdışı ekonomide başarısız olduk…”
      Bu itirafı yapan, bizzat, bu hükümetin Ekonomiden Sorumlu Bakanı.
      Devletin resmi rakamlarına göre…
      1 milyon kişi aç.
      18 milyon kişi yoksul.
      Üstelik, gayriresmi rakamların daha yüksek olduğunu hepimiz biliyoruz… Ne kadar ambalajlarsan ambalajla, 10 milyon kişi işsiz.
      Zengin daha zengin…
      Fakir daha fakir oldu.

      Bu mudur “aman sapılmaması” gereken ekonomideki çizgi?

      Bunların tersi olsun, bırakın yanağını okşamayı, sırtında taşımalı Başbakan'ı, gazeteci.
      Ama vaziyet buysa…
      İktidarı okşarken, milleti kim öpüyor, arada bir onu da merak etmeli insan. 

      YILMAZ  ÖZDİL

    • #47851
      inanç şinel
      Katılımcı

      Takkeli şarapçı… Viskici takunyalı…

      Bir basın karnesi çıktı ortaya…
      Hangi gazeteciler asker karşıtı?
      Hangi gazeteciler asker yandaşı?
      24 saat geçmeden…
      Bir basın karnesi daha çıktı ortaya.
      Hangi gazeteler AKP karşıtı?
      Hangi gazeteler AKP yandaşı?

      “Neden” böyle bir tasnif yaptıklarını anlıyorum… Ama “neye göre” böyle bir tasnif yaptıklarını anlamak, hakikaten güç.
      Çünkü…

      Hem 12 Eylülcü, hem Özalcı, hem Demirelci, hem Çillerci, hem Erbakancı, hem Yılmazcı, hem 28 Şubatçı, hem Erdoğancı olan gazeteciler var.
      Bunlar hangi kategoriye giriyor?

      Şarap içenler fişlenmiş mesela…
      Rakı içenler ne olacak?

      Şarap sorunsa eğer…
      Hem tarikatçı olup, hem de Ramazan'a denk gelen “happy birthday” partisinde şarap içen gazeteci var…
      Bunun AKP lehine yazdıkları caiz midir?

      Hem Nişantaşı barlarından çıkmayan, hem sosyete kulüplerinin gülü olan… Aynı zamanda tarikatçıları alenen desteklediği halde, asker yandaşı listesinde olan da var.
      Raporu yazan subay uyuyor mu?
      Televole seyretmiyor mu?

      Diyelim ki, sabah içtimaya kalkacak, erkenden yatıyor, o yüzden seyredemiyor…
      Peki “sicil” e de mi bakmıyor?
      Çünkü “tırışkadan rapor” la askere gitmeyip, asker yandaşı görünen de var.

      Gazeteci cemiyetleri, konseyleri falan da, ayağa kalkmış… Neymiş, “basın özgürlüğüne aykırıymış” bu tür hareketler.
      Ben soruyorum o halde…
      4 bin lira maaş alıp, tripleks villada oturan gazeteci var… Yemese içmese, bahçe masrafını bile karşılayamaz o maaşla.
      Bıraktık villayı, hiç transfer parası almadığı halde, köşkte oturan gazeteci var, köşkte!
      Hepsine mi babasından miras kaldı?
      Nereden geldiği belli olmayan bu “değirmenin suyu” basın özgürlüğünün neresinde?

      Bunların ipliği…
      Listesi ne zaman çıkacak pazara?

      yılmaz özdil

    • #47852
      inanç şinel
      Katılımcı

      Sayın, kelle…

      Dedi mi?
      Demedi mi?
      Göbeğimiz bağlı olmadığına göre…
      Karnımızdan konuşmayalım.

      CHP Lideri sayın Deniz Baykal'ın “isteyene ses kaydını vereyim, dinlesin” dediği, malum radyo konuşmasındaki kritik cümleler aynen şöyle…

      Bir yerinde, “şimdi buradan ben sayın Öcalan'ın durumuna gelmek istiyorum” diyor…
      Bir yerinde de, “sayın Öcalan düşüncelerinin değil, şu anda almış olduğu kellelerin hesabını veriyor” diyor.

      Ama ne deniyor?
      “Demedi” deniyor.

      Bazı tarafsız (!) gazeteci arkadaşlar ise, duy da inanma diyemiyor, çok önemli değil, abartmayalım demeye getiriyor.
      E soralım o halde…
      Mesela Bush, ikiz kulelerden bahsederken, “sayın Bin Ladin” dese…
      Üzerinde durmaz mı kimse?
      Veya, bombayla metroda can veren kurbanlar için “kelle” dese Tony Blair…
      Rencide olmaz mı İngiltere?

      Oralara gitmeye de gerek yok aslında.
      Yaşadık örneğini…
      Eski başbakanlardan Tansu Çiller, bir basın toplantısında, ağzından kaçırdı, “sayın Öcalan” deyiverdi… Ama daha cümlesini bitirmeden, devirdiği çamın farkına vardı ve anında “sehven söyledim, bizim ağzımıza yakışmaz tabii ki” dedi.
      Düzeltti yani vaziyeti.
      Düzelttiği için de “milletten özür dile” diyen olmadı… Savcılığa suç duyurusunda falan bulunulmadı.
      Bu değil midir normali?

      Madem çok kibarız…
      “Pardon” demek niye bu kadar zor? 

      Yılmaz Özdil

    • #47853
      inanç şinel
      Katılımcı

      Normal Çankaya…

      AKP'liler açıklamış…
      “Olursa, böyle olacak…”
      Yani?
      “Başbakan, Cumhurbaşkanı olursa, ilk önce, normalleştirme projesi uygulayacak” mış.

      Mevcut durumun “anormal” olduğunun farkındalar demek ki.

      Zaten, El Kadı'ya “kefil” olurken, adında Cumhuriyet olan bir partinin seçilmiş genel başkanına “çukur” demenin, normal bir tarafı yok.
      “Kelle” lafı ortada dururken, bu ülkenin yurtsever insanlarına “kafatasçı” demek de, pek normal değil.

      Peki nedir normali?
      Anayasa, madde 103…

      Cumhurbaşkanı sıfatıyla, devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, Anayasa'ya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılâplarına ve laik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma, milletin huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ayrılmayacağıma, Türkiye Cumhuriyeti'nin şan ve şerefini korumak, yüceltmek ve üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma, büyük Türk milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine andiçerim.

      Cumhurbaşkanı, bu yemini edecek.
      “İlk önce…”
      Bağımsızlığımızı koruyacak… Bölünmez bütünlüğümüzü koruyacak. Anayasa'ya bağlı kalacak. Atatürkçü olacak. Laik olacak. Şerefimizi yüceltecek. Tarafsız olacak.

      Tek kelimesini atlarsan, atladığın yerden değil, en baştan tekrar okumak zorundasın.

      “İlk önce” yapılması gereken bu.
      Yoksa, “vakti zamanı gelince normalleştiririz” falan demenin alemi yok.
      Normali yazıyor Anayasa'da.

      yılmaz özdil

    • #47854
      ozan
      Katılımcı

      Güney Kore Hükümetinin, “Kürdistan Bölgesel Hükümeti İçişleri Bakanlığı'na” göndermek istediği kargonun Derince Gümrüğü’nden geçişine izin verilmedi. Gümrük Müsteşarı Bülent Ertem “hurriyet.com.tr”ye yaptığı açıklamada, “Kuzey Irak, Kürdistan, Kürdistan Bölgesel Hükümeti” adına gönderilecek hiçbir malın geçişine izin verilmeyeceğini söyledi.

      Güney Kore hükümeti tarafından, “Kürdistan Bölgesel Hükümeti İçişleri Bakanlığı” adına gönderilen malın Derince Gümrüğü’nden çıkışına izin verilmedi. Güney Kore yetkilileri, Irak’ta bulunan kendi ülkelerinin askerleri için malzemelerin gönderildiğini öne sürmesine karşın, ilgili makamlar malın bu haliyle gönderilmemesinde kararlı olduklarını belirttiler.

      Gümrük Müsteşarı Bülent Ertem, “hurriyet.com.tr”ye yaptığı açıklamada, belgelerinde “Kuzey Irak”, “Kürdistan”, “Kürdistan Bölgesel Hükümeti” yazılı hiçbir malın, gönderilmesine izin verilmeyeceğini belirtti.

      Yetkililer, Güney Kıbrıs’ta postaya verilen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne gönderilmek istenen bir mektubun, “böyle bir ülke olmadığı” gerekçesiyle gönderilmediğini hatırlattılar. Irak’ın Kuzeyi’ne “Kuzey Irak” denilerek orada bir devletin meşrulaştırılmak istendiğine dikkat çeken bazı yetkililer, Devletin ilgili makamlarının bu konuda gerekli duyarlılığı göstermesi için daha önvce yayınlanan genelgeler de bulunduğunu kaydettiler.

      ALICI: KERİM SİNCARİ

      “Kürdistan Bölgesel Hükümeti İçişleri Bakanlığı- Kürdistan” adresi belirtilerek Karim Sincari adına gönderilen “diplomatik kargo”, gemiyle Kocaeli-Derince limanına geldi. Ancak, Türk Gümrük yetkilileri, “böyle bir ülke tanımıyoruz” dediler ve malın çıkışına izin vermediler.

      Güney Kore’den gönderilen kargolardaki malzemelerin Kürt yönetiminin oluşturmaya çalıştığı askerler için değil, Irak’ta görev yapan Güney Koreli askerler için gönderildiği iddia edildi.

      Irak’ın Erbil kentine gönderilmek istenen ancak Erbil’in Irak’ta olduğu belirtilmediği için çıkış izni verilmeyen malın, gönderilebilmesi için ilgililerinin adres değişikliği yapmalarını, bu yapılmadan malın gönderilmesinin söz konusu olamayacağını belirttiler. Yetkililer, bu düzenleme yapılmamamı shalinde malın Gümrükte kalacağını söylediler.

      GÜNEY KORE BÜYÜKELÇİLİĞİ NE DİYOR

      Bu arada Güney Kore Büyükelçiliği yetkilileri, sözkonusu malda askeri malzemenin bulunmadığını bildirdiler. Malın adresinin Kürdistan olarak yazıldığını doğruladılar ancak G.Kore devletinin değil özel bir şirketin malı olduğunu söylediler.

       

      Saygı Öztürk/Hürriyet

    • #47855
      lubimaya
      Anahtar yönetici

      Siyaset sahnesinde askeri müdahaleler, darbeler, muhtıralar Türkiye'si, eski Türkiye'dir.
      Askeri müdahalelere, darbelere karşı çıkmayan, boyun eğen, muhtıraları sineye çeken bir siyaset sınıfının yaşadığı bir Türkiye, eski Türkiye'dir.
      Askerin zırt fırt siyasete karışmasına, yayınladığı muhtıralara, rejime yönelik tehditlerine sesini çıkarmayan, 'ama'lar ve 'fakat'larla kulp takabilen bir Türkiye, eski Türkiye'dir.
      Halkın oyuyla seçilmiş bir mecliste, mutlak çoğunluğa sahip bir partiye cumhurbaşkanı seçtirmeyen bir Türkiye, eski Türkiye'dir.
      Halkın oyuyla seçilmiş bir mecliste, mutlak çoğunluğa sahip bir partinin kendi içinden bir adayı cumhurbaşkanı seçmesini engellemek için hukuku eğip büken, hukuku siyasete alet eden bir Türkiye, eski Türkiye'dir.
      Siyasete açıkça karışan, bir gece yarısı iktidara meydan okuyarak muhtıra yayınlayan askeri emekliye sevkedemeyen bir Türkiye, eski Türkiye'dir.
      Asker muhtırasını tartışamayan, böyle bir muhtıranın demokratik rejim içindeki yerini sorgulayamayan, buna eleştirel yaklaşamayan bir Türkiye, eski Türkiye'dir.
      Muhtıra yayınlayarak suç işleyen asker hakkında bir soruşturma bile açamayan bir Türkiye, eski Türkiye'dir.
      'Alaturka demokrasi'nin geçerli olduğu bir Türkiye, eski Türkiye'dir.
      Muhtıraların ipine sarılarak, süngü gölgesinde yapılan siyasetin demokrasi sanıldığı bir Türkiye, eski Türkiye'yedir.
      Siyasette demokrasi korkusunun hiç eksik olmadığı bir Türkiye, eski Türkiye'dir.
      Farkında mısınız?
      Eski Türkiye bir kez daha darbe süreci içinde yol alıyor.
      Bu süreç yeni değil.
      2003'le 2004'e gidiyor.
      Bu darbe süreci, 27 Nisan Muhtırası ile su yüzüne çıkmış durumda.
      Ne istiyor asker?
      Lafı uzatmak yersiz.
      Tayyip Erdoğan'ların, Abdullah Gül'lerin cumhurbaşkanı olmasını, Çankaya'ya çıkmasını kesinlikle istemiyor.
      Bunun için de asker kendine hedef olarak, AKP'nin 2002'deki gibi sandıktan tek başına çıkmasının engellemesini ve bu ülkede yeniden koalisyonlar döneminin açılmasını koymuş durumda…
      Ya istedikleri olmazsa askerin?
      N'apacağız?..
      Ya AKP 22 Temmuz'da sandıktan milletin açık desteğiyle çıkar da, yoluna yine Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı adaylığı ile devam etmek isterse…
      Düğüm burada!
      Olmak ya da olmamak durumu…
      Eski Türkiye devam edecek mi?
      Yoksa yeni Türkiye mi?
      Bir başka deyişle:
      Alaturka demokrasi yerine 'birinci sınıf demokrasi'ye geçecek miyiz?
      Eski ve yeni Türkiye arasında bir uzlaşmaz çelişki var. Bu uzlaşmaz çelişkinin eninde sonunda çözüleceğini ve Türkiye'nin de gerçek demokrasiyi yaşamaya başlayacağına inanıyorum.
      Türkiye eninde sonunda darbeler, askeri müdahaleler, muhtıralar ülkesi olmaktan kurtulacak.
      Bu konuda herkesin, hepimizin görev ve sorumlulukları var.
      Dileğim, 'uzlaşmaz çelişki'nin barış içinde çözülmesi ve yaşadığımız 'darbe süreci'nin seçimle birlikte bir daha geri gelmemek üzere kaybolup gitmesidir.
      “Darbe sürecindeki Türkiye yazıları”nı bu dördüncüsüyle noktalıyorum.

      h.cemal@milliyet.com.tr

    • #47856
      ERTEKİN
      Katılımcı

      Siyaset sahnesinde askeri müdahaleler, darbeler, muhtıralar Türkiye'si, eski Türkiye'dir.
      Askeri müdahalelere, darbelere karşı çıkmayan, boyun eğen, muhtıraları sineye çeken bir siyaset sınıfının yaşadığı bir Türkiye, eski Türkiye'dir.
      Askerin zırt fırt siyasete karışmasına, yayınladığı muhtıralara, rejime yönelik tehditlerine sesini çıkarmayan, 'ama'lar ve 'fakat'larla kulp takabilen bir Türkiye, eski Türkiye'dir.
      Halkın oyuyla seçilmiş bir mecliste, mutlak çoğunluğa sahip bir partiye cumhurbaşkanı seçtirmeyen bir Türkiye, eski Türkiye'dir.
      Halkın oyuyla seçilmiş bir mecliste, mutlak çoğunluğa sahip bir partinin kendi içinden bir adayı cumhurbaşkanı seçmesini engellemek için hukuku eğip büken, hukuku siyasete alet eden bir Türkiye, eski Türkiye'dir.
      Siyasete açıkça karışan, bir gece yarısı iktidara meydan okuyarak muhtıra yayınlayan askeri emekliye sevkedemeyen bir Türkiye, eski Türkiye'dir.
      Asker muhtırasını tartışamayan, böyle bir muhtıranın demokratik rejim içindeki yerini sorgulayamayan, buna eleştirel yaklaşamayan bir Türkiye, eski Türkiye'dir.
      Muhtıra yayınlayarak suç işleyen asker hakkında bir soruşturma bile açamayan bir Türkiye, eski Türkiye'dir.
      'Alaturka demokrasi'nin geçerli olduğu bir Türkiye, eski Türkiye'dir.
      Muhtıraların ipine sarılarak, süngü gölgesinde yapılan siyasetin demokrasi sanıldığı bir Türkiye, eski Türkiye'yedir.
      Siyasette demokrasi korkusunun hiç eksik olmadığı bir Türkiye, eski Türkiye'dir.
      Farkında mısınız?
      Eski Türkiye bir kez daha darbe süreci içinde yol alıyor.
      Bu süreç yeni değil.
      2003'le 2004'e gidiyor.
      Bu darbe süreci, 27 Nisan Muhtırası ile su yüzüne çıkmış durumda.
      Ne istiyor asker?
      Lafı uzatmak yersiz.
      Tayyip Erdoğan'ların, Abdullah Gül'lerin cumhurbaşkanı olmasını, Çankaya'ya çıkmasını kesinlikle istemiyor.
      Bunun için de asker kendine hedef olarak, AKP'nin 2002'deki gibi sandıktan tek başına çıkmasının engellemesini ve bu ülkede yeniden koalisyonlar döneminin açılmasını koymuş durumda…
      Ya istedikleri olmazsa askerin?
      N'apacağız?..
      Ya AKP 22 Temmuz'da sandıktan milletin açık desteğiyle çıkar da, yoluna yine Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı adaylığı ile devam etmek isterse…
      Düğüm burada!
      Olmak ya da olmamak durumu…
      Eski Türkiye devam edecek mi?
      Yoksa yeni Türkiye mi?
      Bir başka deyişle:
      Alaturka demokrasi yerine 'birinci sınıf demokrasi'ye geçecek miyiz?
      Eski ve yeni Türkiye arasında bir uzlaşmaz çelişki var. Bu uzlaşmaz çelişkinin eninde sonunda çözüleceğini ve Türkiye'nin de gerçek demokrasiyi yaşamaya başlayacağına inanıyorum.
      Türkiye eninde sonunda darbeler, askeri müdahaleler, muhtıralar ülkesi olmaktan kurtulacak.
      Bu konuda herkesin, hepimizin görev ve sorumlulukları var.
      Dileğim, 'uzlaşmaz çelişki'nin barış içinde çözülmesi ve yaşadığımız 'darbe süreci'nin seçimle birlikte bir daha geri gelmemek üzere kaybolup gitmesidir.
      “Darbe sürecindeki Türkiye yazıları”nı bu dördüncüsüyle noktalıyorum.

      h.cemal@milliyet.com.tr

      belki bir köşe yazısı değil ama bende kendi düşüncelerimi hasan cemalin yazısı hususunda burada belirtmek istiyiyorum.

      arka arkaya gelen ''ya'' larla fikir cimlastiği yapmış hasan cemal ve olaylara gerçek demokrasi açısından bakmış. Bende bu '' ya '' ları çoğaltmak istiyorum.

      olmazya farzedelim oldu da;

      Ya seçimlerde mutlak bir çoğunlukla iktidara gelen akp her kurumda siyasal islam çizgisinde olan insanları başa getirirse(ANAYASA MAHKEMESİ ,Y.Ö.K,TSK, VALİLİKLER, BÜYÜKELÇİLİKLER , DANIŞTAY,YARGITAY,EMNİYET TEŞKİLATI vb…vb..)

      ya seçimin birinci yılında tüm bunlar yapıldıktan sonra akp çıkıpta ey halkım bizi halk seçti ve mutlak çoğunlukla seçti dolayısı ile bizim isteğimiz muylak halkın isteğidir anayasayı değiştriyoruz derse?
      ya laiklik ile ilgili kararını kaldırırsa
      ya bayrağın rengini kırmızı yerine yeşil yaparsa
      ya okulların yerine medreseler,mahkemelerde kadılık sistemi getirirse.
      ya kılık kıyafet devrimini kaldırıp islami kıyafetleri zorunlu kılarsa
      ya allahın kanunları insanların yaptığı kanunlardan büyük deyip şeriat kanunlarını tc kanunlarının yerine ikame ederse.

      Ne diyebilir Hasan Cemal????????

      Hiç bir şey çünkü mutlak çoğunluk ve demokrasi gerçeği var.

      Oysaki Hasan Cemal gibi bir gazetecinin bilmesi gereken başka bir şey daha var .
      Hiçbir sistem kendi düşmanını yaşatmaz bu konuda ki en zayıf sistem demokrasidir.ama o bile yüzyılımızda kendisi ile ilgili katı kurallarını batı toplumunda koymuştur ve sisteme karşı en ufak bir tehlikeyi her türlü demokratik eleştiriyi görmezden gelerek uygulamaktadır.Ülkemizdede uygulanmalıdır.

      kaldıkı benim yukarıdaki ''ya '' larım hasan cemalin '' ya '' larından daha gerçekçidir ve bilinmekte ve izlemekteyiz ki akp nin benzer söylemleri geçmişte çoktur.

      Örnek1:Cumhur başkanı adayımız Abdullah Gül(reportajı ve sonra gazetecinin yazdıklarının arkasında duran ve kayıtları duruyor dediği açıklmasını okudum)
      ''cumhuriyet ömrünü doldurmuştur ve biz iktidara geldiğimizde öncelikle onu değiştireceğiz ''

      Örnek2:Başbakanımız R.Tayyip Erdoğan: (kendim izledim konuşmayı)
      ''Ben Babama sordum biz Türk müyüz laz mıyız rum muyuz çerkez miyiz neyiz bana dedi ki öbür tarafa gittiğimizde bunların hiçbir değeri yoktur ve sana sormayacaklar türk mu laz mı vb olduğunu sana müslüman mısın değilmisin diye soracaklar…yani sen çıkıp NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE DERSEN doğudaki vatandaş da çıkar NE MUTLU KÜRDÜM DİYENE DER…ama biz iktidara geldiğimizde tüm doğudaki insanlarıda müslümanlık şemsiyesi altında toplayacağız inşallah..''

      örnekleri sayfalarca uzatabilirim

      işte düğüm burada olmak yada olmamak durumu
      modern türkiye demokrasi çizgisinde devam edecek mi yoksa son 100 yılı silmeyi başarıp osmanlı çizgisine dönecekmi?

      ayrıca darbe olursa h.cemal daha çok sevinirmiş gibi bir intibaa uyanıyor bu kadar çok darbe kelimesi kullanmasından .
      unutmamalı ki darbe uzun vadede akp nin daha güçlü geri gelmek için en çok isteyebileceği şeydir hele yaptıkları bu kadar ayyuka çıkmışken.

      akp liler hızlı bir değişim geçirdiler iktidara gelirken acaba h.cemal de mi hızlı değişim içerisinde..zira kafasına fes elinde de tespih görmek pek yakın gibi duruyor.

      İslami devrim sürecindeki türkiye yazılarımı bu ilk yazımla noktalıyorum…..

    • #47857
      ozansener
      Katılımcı

      arkadaşlar  kimse bunları  savunupta  meydanlara  cıkmasın  bunları savunup meydanlara  cıkanlara  tek birsey  söyluyorum  oda !!!

      Ey Türk Gençliği!

      Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.

      Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.

      Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

      Mustafa Kemal Atatürk
      20 Ekim 1927

      bunu bilenler  bu yazılanlara  kulak asıpta  siyaset  yapıpta  meydanlara  cıkıp  ortadoğu projesi eşbaşkanı rte  i  kimse  savunmasın  gençliğe  hitabede  kimin ne mal olduğu  ortada.

      Buyuk  coğunluk muş  neyin buyuk  coğunluğu  yahuuu    sizler  yada  bu  yazıyı  yazıpta  bunları tartısanlar hiçmi sokaktaki  vatandaşı  dinlemıyorsunuz  hiçmi  cıkan yasalara  bakmıyorsunuz 
      ama  sizlerde  haklısınız  medyada  yok ki  !!!!

      arkadaşlar  ülkesini  uluslararası platformda  yargılatan birisi  bu ulkenın cumhurbaşkanı  olamaz.
      benı  yönetecek kişi  YUCE  YÜRK MİLLETENI  TEMSİL EDECEK KİŞİ OLMALIDIR .  yanı  BİZİ YONETECEK  BİZDEN OLMALIDIR.

      sizler  hakın buyuk  coğunluğundan bahsediyorsunuz  size  iki  örnek vereceğim.

      LÜBNANA  ASKER  GÖNDERİLMESİNİ  HALKMI  İSTEDİ 

      ( HAYIR )  mevcut  kukla  hukumet

      GUNEY DOĞUYA GİRLMESİN DİYEN KİM  HALKMI
      ( HAYIR ) mevcut  kukla  hukumet 

      butun bunlar  yasanırken Erzurum a  gidip  millli  uyanıs  tiyatroları  oynanıyor  bazılarıda  bunları  maşetten veriyor !!!!!

      MİLLLİ  UYANIS  ÖNCE  İNSANIN  RUHUNDA  KANINDA  OLUR  ……anlayana 

      ve  sunu  biliyorum ve  inanıyorumki  askeri darbe  olsaydı  bundan kötusu  olmazdı .

      TÜRKİYE  CUHURİYETİ  devleti  kuruluş  tarıhınden bugune  kadar  hiç bir zaman  içerden ve  dısarıdan  bu sekilde  kusatılmamıstır.

      Darbede  belki  20  30  sene  geri  giderdik  sizin deyiminizle  ama  en azından  olan biten  kendi  içimizde  kalırdı  ve  1  2  tane  it  köpek  kahpe  capulcu  ne bu  millete  nede  bu  devlete  kafa  tutamazdı  ….

      ARTIK  GERCEKLERİN ORTAYA  CIKIP  BU YUCE  TURK MILLETİNİN BUNLARI  GÖRMESİ  GEREKİYOR

      YADA  BU  OLUP BİTENLERİN ANLAŞILMASI  İÇİN  GUNDE  KAÇ  SEHİT  DAHA  VERİCEZ  ARKADAŞLAR

      BU YAZIYI OKUNLARIN  NE KADARI  ASKERE  GİTTİ  NEKADARI  GİDECEK  HANGİNİZİN YAKINI  SEHİT 
      HANGİNİZİN  HAYATINDA  BUNLARLA  İLGİLİ  DÖNUM NOKTASI  VAR.

      ( BU  EVRMİŞ OLDUĞUM  ÖRNEKLER  SON  DÖNEMDE  YAŞANAN EN CARPICI  OLAYLAR  USTELİK  BU  YUCE  TURK MİLLETİNİ  YONETMEYE  KALKAN  ORTADOĞUEŞ BAŞKANI rte  BUNDAN  5  6  AY  ÖNCE  BEN BAŞBAKANIM    ORDU BANA  BAĞLIDIR  BEN ONAY VERMEDEN  İÇERİ  GİREMEZ DİYORDU …

      ŞİMDİ  NE DİYOR  ORDU  GİRMEK  İSTESİN  BİZ  ONAYLARIZ  Ü

      BU  LAFLARI  EDEN  sözde  başbakan  özde  guneydoğuprojesi eş başkanı 

      ARKADAŞLAR  BU SAATTEN SONRA  SINIR  HAREKATI  NEKADAR  VERİMLİ OLUR  BİLEMEM  AMA 
      YAPILMASI  GEREKEN  HAREKAT  1992-93    /  1995-96    /  1997-99  MURAT 1  ve  MURAT 2  operasyonlarından  cok  daha  kapsamlı  ve  derine  inilmelidir.

      abu saatten sonra  sınır  hattında  sınırı  gecmeye  calışan  2  3  kişilik  gruplardan başkası  yoktur  içeri  çekilmişlerdir .

      Dunyanın  hiç bir  yerinde  davulla  zurnayla  operasyon yapılmamıstır.

      BİZLERİ  YONETEN  BİZDEN OLMALIDIR……

      ALLAH  TURKU  KORUSUN VE  YUCELTSİN…..
       

    • #47858
      erkan şinel
      Katılımcı

      amin

    • #47859
      ilknur
      Katılımcı

      Demokrasi mi şimdi bu
      Söz galiba Churchill'indir. 20. yüzyılın en büyük siyasetçilerinden birisi olan hazretin söylediğine göre “demokrasi rejimlerin en kötüsüdür ama daha iyisi henüz bulunmamıştır.” Siyaset biliminin de demokrasi konusunda gene çok genel bir tanımı vardır. O da, demokrasinin, en iyisi, ideal olanı henüz bulunmadığı için “ikinci en iyi” olduğunu iddia eder.
      Bunları aday listeleri açıklandığında aklımdan bir kez daha geçirdim.

      Demokrasiyi eleştirmek
      Biliyorum, demokrasinin aleyhine bir söz söylemek, hele Türkiye'nin bugünkü koşullarında siyasal doğruluk ilkelerine aykırı. Öyle olmasa da ben demokrasiyi reddeden, yok sayan bir söz etmem. Demokrasinin erdemine sonuna kadar inanırım.
      Ne var ki, bu inancım beni demokrasinin eleştirilmez bir rejim olduğunu söyleme konusunda ikna etmiyor. Tam tersine eğer daha iyi bir demokrasi istiyorsak bu siyasal yönetim yöntemini kıyasıya eleştirmek gerekiyor. Demokrasinin en büyük erdemi de bu: kendi kendisini eleştirecek, dolayısıyla kendi kendisini yeniden üretecek bir güce sahip olması.
      Buradan sorunun demokraside değil onu işletme biçiminde olduğu ayan beyan görünüyor. Türkiye'de yakındığımız demokrasi sorunlarının altında yatan genel gerekçe de bu. O zaman bunu biraz açalım.

      Eski demokrasi
      Bugün Türkiye'de yürürlükte olan demokrasi Soğuk Savaş yıllarında biçimlenmiş bir anlayışa dayanıyor. O dönemde Doğu Bloku totaliter/bürokratik rejimlere sahipken Batı Bloku özgürlükçü/demokratik rejimlerle yönetiliyordu; en azından buna inanılıyordu. Doğu Bloku'nun 1989 sonrasında kademe kademe ortadan kalkmasıyla durum değişti; artık Batı demokrasisi sadece biçimsel kurallarıyla bir şey ifade etmez oldu. Demokrasinin hayatın daha ince noktalarına nüfuz etmesi için yollar aranmaya, modeller geliştirilmeye başlandı.
      Böyle bir dönemde, Türkiye, demokrasinin, bırakın ayrıntıya inen yanlarını, en kaba dokusunda bile ihlallere gitti. Ortadaki anayasanın çağdaş bir demokratik muhakemeyle sorgulandığında iler tutar yanı yok. Demokrasi, bizde anlaşıldığı ve uygulandığı biçimiyle toplumsal sorunlara çözüm üretme kapasitesine sahip değil.
      Fakat yanılmayalım: eğer Türkiye'de barajı geçememiş ama DYP gibi % 7 ve üstünde oy almış partiler, Meclis dışında kaldıkları dönemde de yüz milyonlarca dolar Hazine yardımı alıyorsa, eğer milletvekili adayları genel başkanın iki dudağı arasında çıkacak bir söze bakıyorsa, partilerin taban siyaseti yapacak şekilde toplumla özdeşleşmesi söz konusu olmuyorsa, partiler toplumsal temsil kavramını hiçe sayıyorsa, hesap vermeyi bir ilke olmaktan çıkarmışsa, sonuna kadar meşruiyet krizine batmışsa, “demos” yani “halk” demokrasiden dışlanmış ve demokrasi bürokratik bir sisteme dönüşmüşse, sorun demokraside değildir; onu uygulayanlardadır.

      Çıkmaz!..
      O zaman soru şu: bu demokrasiyi aşmak ve yeni bir demokrasi kurmak mümkün değil mi?
      Hazin olan sorunun cevabı: bugünkü şartlarda, hayır! Değil! Bugünkü durum, bir felsefe terimi kullanarak söylemek gerekirse tam bir aporiadır; yani tam bir çıkmazdır. Çünkü, sistemi değiştirecek olanlar sistemi ellerine geçirmiş ve onu tıkamıştır. Ne yazık ki, bu kısıtlamayı yaratan da bizatihi siyasal partiler ve onların genel başkanlarıdır.
      Bu da galiba kötünün en kötüsüdür; yani, tam da 'ört ki, ölem!' denilen haldir!

      SABAH , HASAN BÜLENT KAHRAMAN

    • #47860
      inanç şinel
      Katılımcı

      Mazot 1 yetele olacak!

      Cem Uzan söyledi…

      İktidar şakşakçıları alay etti.

      Güldüler…

      Olur mu hiç öyle şey filan…

      Ya şimdi?

      Deniz Baykal da söylüyor…
      Devlet Bahçeli de söylüyor…
      Mehmet Ağar da söylüyor…
      “Mazot 1 yetele olacak!”

      Kaldı mı sırıtan?

      Hâlâ diyebilirsiniz ki…
      “Hepsi iyi hoş da, vergi almadan, mazot verilir mi?”
      Bence de verilmez.

      Ama verilene veriliyor…
      Bal gibi.
      Mesela, armatörlere veriliyor.

      Gemi sahibi olan dar gelirli arkadaşlar, bu iktidar sayesinde gemisini yürütürken, vergi mergi ödemiyor mazota…

      Uçak filosu sahibi olan açlık sınırındaki arkadaşlar da, öyle…
      Onların mazotu, malum:
      Jet yakıtı… Gariban işi.
      O yüzden vergi falan istenmiyor uçaklarını uçuranlardan.

      E denize yok.
      Havaya yok.
      Tarlaya niye var, bu vergi?

      N'apsın yani çiftçi, adaletli kalkınmadan faydalanmak için?
      Şileple mi sürsün tarlasını?
      Boeing'le mi atsın tohumunu?

      Ekerken, mazot.
      Sürerken, mazot.
      Sularken, mazot.
      Toplarken, mazot.
      Taşırken, mazot.
      Hayattır mazot Anadolu'da…
      Hayattır.
      Su ile aynı.
      Üstelik…
      Nedir, ÖTV denilen hadise?
      Özel Tüketim Vergisi…
      Özel tüketim midir buğday?
      Kolye yapıp, gerdanımıza mı takıyoruz birader?
      Parmağına tek taş pancar veya kulağına fındık takanı gördünüz mü siz?
      Bunun neresi özel tüketim?

      Mazot 1 yetele olacak…
      Çünkü, yetti gari!

      Ha peki, oluşacak vergi kaybını nereden telafi edebilirsin?
      Yılda 41 milyar dolar faizi, elaleme şak diye öderken nereden telafi ediyorsan, oradan…
      Canım kardeşim.

      yılmaz özdil

    • #47861
      ilknur
      Katılımcı

      Kararsızım şekerim…

      Kim olduğundan şüphelenip, DNA testi yaptırmıştı bazı arkadaşlar…
      “Biz Kimiz?” diye.

      Hatırlarsınız…
      Bizim memlekette yapılan ankette, biz Türkler “etnik grup” çıkmıştık!

      Zaten, aslında Türkler'e Türk denemeyeceğini, dense dense, Türkiyeli denebileceğini demişlerdi…
      – Kimsin?
      – Türk'üm.
      – Olmadı.
      – Ya nasıl olacak?
      – Türkiyelisin, öyle de.
      – Demezsem?
      – Faşistsin!
      – Manyak mısın kardeşim…
      – Irkçısın o zaman.

      Çok da sağlam verilere dayanıyordu yaptıkları araştırma… Mesela, 50 bin kişiyle konuşup, 210 bin Gürcü bulmuşlardı… Tek tek konuştuklarının 4 katı!
      Gürcistan bile şaşırmıştı.

      Neyse…
      Şimdi aynı marifetli tayfa, yeni bir “bilimsel araştırma” yayınlıyor.
      Sonuçlar şöyle…

      Nurcular bölünmüş…
      Fethullahçılar, AKP'yi destekliyormuş… Yeni Asyacılar, Demokrat Parti'yi.
      Kadiriler de bölünmüş…
      Kuşçuoğlu kanadı AKP'li… Öbür Kadiri şeyhinin ise, kendi partisi var, BTP.
      Süleymancılar, iki biradermiş…
      Biri, AKP milletvekili; gene aday…
      Diğeri, Demokrat Parti'den milletvekili adayı; daha önce Refah'tan milletvekili, ANAP'tan da bakan olmuş.
      Menzil tarikatı, AKP'liymiş.
      “Bilimsel araştırma”nın bazı başlıkları da şu şekilde… Nakşiler, hangi partiye kaydı? Cüppeli Hoca, kime oy verecek? Hangi şeyh, kimi parti lideri yaptı?

      Bu ve bunun gibi satırlar…
      Gayet normalmiş gibi yazılıyor.
      Normalleştiriliyor…
      Ne zaman?
      2007'de.

      Git, 1925'e…
      “Efendiler ve ey millet, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz” demiş Gazi.

      Dön, 2007'ye…
      Türkler “etnik…”
      Tarikatlar “iktidar…”

      Hâlâ, “ay çok kararsızım şekerim, acaba kime oy vereyim” diye düşünenler var bu ülkede.

      NOT: Atatürkçü Düşünce Derneği'ni ziyaret eden Amerikan Elçiliği yetkilisi, “Cumhuriyet mitinglerini hangi parayla finanse ettiniz” diye sormuş… Birincisi, sana ne? İkincisi, anamı da aldım geldim, sadece iki otobüs biletine maloldu. Du yu andırsitend?

      SABAH GAZETESİ , YILMAZ ÖZDİL

    • #47862
      Eren Kıyan
      Ziyaretçi

      AKP nin oyları artırılmış , CHP ve  MHP nin oyları azaltılmış..!

      işte belgesi…

      KAMUOYUNDA, seçim sonuçlarının 'şaibeli' olduğu yolundaki iddia ve duyumlar hálá sürüyor.

      Buna ilişkin İzmir'den postaya verilmiş, sadece bir seçim bölgesinden 6 sandık sonucunu içeren belgeler var.

      İlki sandık tutanakları; altını parti temsilcileri imzalamış.

      Diğeri YSK'nın elinde olmasına karşın ilan etmediği bilgisayar tutanakları.

      İzmir 2. bölgeyi içeren Karşıyaka ilçesinin 1182, 1315, 2127, 2180, 2401, 3233 sandık tutanaklarına ve YSK'ya girilen oyların karşılaştırılmasında ilginç çarpıcı sonuçlar çıkıyor.

      YSK listesinde AKP'ye oy kayması olduğu; CHP ve MHP'nin oylarının ise düştüğü görülüyor.

      1182 No'lu sandık: İP 4, CHP 203, HYP 6, ÖDP 2, GP 16, DP 9, MHP 28, AKP 2.

      (YSK'nın bilgisayarına girdiği sonuçlarda AKP'nin oyu 2'den 8'e çıkartılmış.)

      1315 No'lu sandık: İP 1, CHP 204, HYP 1, GP 2, DP 21, LDP 3, MHP 31, AKP 20.

      (MHP'nin oyu 31'den 23'e; CHP'nin oyu 204'ten 201'e indirilmiş. Hiç oyu olmayan BTP 1 olmuş. İP'nin 1 oyu sıfırlanmış. HYP'nin 1 oyu 2'ye çıkmış. DP'nin 21 oyu 18'e düşürülmüş. Sandıkta hiç oyu olmayan ÖDP YSK'da 2 olmuş.)

      2127 No'lu sandık: SP 1, İP 1, CHP 159, GP 17, DP 13, MHP 27, AKP 49, TKP 1, bağımsız 3.

      (MHP'nin oyu 27'den sıfırlanmış.)

      'BOMBA SANDIK'

      2180 No'lu sandık: SP 2, İP 1, CHP 131, HYP 4, ÖDP 3, GP 15, DP 5, LDP 12, MHP 50, AKP 1.

      (YSK listesinde AKP'nin oyu 1'den 74'e çıkartılmış; CHP'nin oyu 131'den 94'e, MHP'nin oyu 50'den 30'a indirilmiş. GP'nin 15 olan oyu 6'ya düşürülmüş. HYP'nin 4 olan oyu 2 olmuş. İP'nin 1 olan oyu 2'ye yükseltilmiş. SP'nin 2 olan oyu 1'e düşürülmüş. BTP'nin 0 olan oyu 1'e yükselmiş. ATP'nin 0 olan oyu 1'e çıkarılmış. DP'nin 5 olan oyu 3'e indirilmiş. LDP'nin 12 olan oyu sıfırlanmış. GP'nin 15 olan oyu 6'ya indirilmiş.)

      2401 No'lu sandık: ATP 2, BTP 2, İP 5, CHP 108, ÖDP 1, GP 15, DP 4, LDP 2, MHP 20, AKP 62, TKP 1, bağımsız 18.

      (LDP'nin 2 oyu 1 olmuş; MHP'nin 20 oyu sıfırlanmış.)

      3233 No'lu sandık: ATP 5, BTP 1, SP 7, İP 2, CHP 46, HYP 2, GP 23, DP 8, MHP 38, AKP 135, bağımsız 5.

      (AKP'nin oyu 135'ten 145'e yükselirken; CHP'nin oyu 46'dan 38'e, ATP'nin oyu 5'ten 3'e düşmüş, BTP'nin oyu 1'den sıfırlanmış, İP'nin oyu da 2'den 1'e düşmüş.)

      Yani bu durumda 6 sandıkta YSK kayıtlarına AKP'nin 89 oy fazla olarak geçerken, MHP 75, CHP 48 ve LDP de 13 eksik oy almış oluyor.

      YSK Başkanı Muammer Aydın, tartışmaları konulara girmiyor. 'Hayalet seçmen' kimdir, savcılıklar ne düşünmektedir, YSK'nın yanıtları yetersiz' (14.8.2007) başlıklı yazımız hálá yanıt bekliyor.

      Yalçın BAYER  ybayer@hurriyet.com.tr

    • #47863
      Eren Kıyan
      Ziyaretçi

      Erdoğan'a yakışmadı…

      BİR kısım iktidar yalakalarının “türban”ı savunmak için başvurdukları üçüncü sınıf demagojiye son bir, bir buçuk senedir orada burada rastlıyorduk ama doğrusunu isterseniz bir gün Başbakan Tayyip Erdoğan'ın da aynı malzemeyi kullanacağını hiç beklemiyorduk.

      Abdullah Gül'ün Çankaya'ya çıkması ihtimali bildiğiniz gibi bir süredir akıllara, “Türkiye Cumhurbaşkanı'nın eşinin 'türbanlı' olması Büyük Atatürk'ün kurduğu çağdaş ve modern laik cumhuriyete yakışır mı?” sorusunu getiriyordu.

      Daha doğrusu eşi türbanlı bir cumhurbaşkanının temsil ettiği devlete “laik cumhuriyet” denir mi, yoksa ABD'li diplomat Richard Holbrook'un ifadesiyle “Ilımlı İslam demokrasisi” mi demek gerekir sorusuydu tartışılan…

      Sayın Başbakan önceki gün yaptığı basın toplantısında, “türban”la ilgili soruya, “Bir bayan nasıl başını açma hakkına sahipse, diğeri başını örtme hakkına sahiptir. Buna kimse müdahale edemez. Cumhuriyetin ilk Cumhurbaşkanı Atatürk'ün eşine, annesine bak. Eğer örnek alacaksan Atatürk'ün eşi nasıl giyiniyor, buna bakarsın, bu da size bir ders olur” yanıtını verdi.

      Bir hikáye vardır. Bektaşi onu dinleyince, “A oğlum,” demiş, “ben bu hikáyenin neresini düzelteyim? Söylediğin Peygamber Hazret-i Süleyman değil, Hazret-i İbrahim olacak. Kurban etmeye kızını değil oğlunu adamış. Oğlunun adı İsrafil değil İsmail. İsmail'in canını kurtarmak için gelen meleğin adı Azrail değil Cebrail… Gökten inen kurban keçi değil koyun…”

      Başbakan Erdoğan'ın söyledikleri de öyle…

      Türkiye'de kimse Anadolu'daki milyonlarca kadınımızın başını örtmesine de bir şey söylemiyor, başını örtme şekline de… İtiraz edilen “siyasi bir simge” haline gelen “türban”dan ibaret. Tıpkı bir tarihte İtalya'da Mussolini taraftarlarının giydiği “kara gömlek” gibi…

      İkincisi, Atatürk'ün ne annesi Zübeyde Hanım'ın “türbanı” vardı ne de eşi Latife Hanım'ın… Onların kullandığı aynen yukarıda dediğimiz gibi yani Anadolu'da bugün de görülen “başörtüsü” idi.

      Üçüncüsü… Zübeyde Hanım'ın vefat ettiği tarih 14 Ocak 1923'tür. Atatürk'ün Latife Hanım'la evlendiği tarih 29 Ocak 1923; boşandığı tarih 11 Ağustos 1925 idi. Atatürk'ün şapka devriminin tarihi 29 Kasım 1925. Daha sonraki kıyafet devriminin tarihi ise 3 Aralık 1934…

      Tarihi gerçekler bu kadar açık olduğuna göre hangi izan sahibi “Atatürk'ün annesi ve eşi de devrimler sonrasında bile türbanlıydı” anlamına gelecek bir laf edebilir?

      Kaldı ki Sayın Başbakan'ın “Madem Atatürk'ün eşi şapka ve kıyafet devrimlerinden önce başörtüsü takıyorlardı, o halde şimdiki cumhurbaşkanının eşi de -ona kıyasen- türban takabilir” mantığı eğer yerinde ise onu biraz daha geliştirmek mümkündür. Örneğin “Birinci Cumhurbaşkanımız Atatürk 1928'e kadar eski yazıyı kullanıyordu. Eğer Atatürk eski yazıyı kullanmakta sakınca görmediyse, bizim de şimdi eski yazıya dönmemizde bir sakınca yoktur” denebilir.

      Eğer orada kalmak istemezseniz Anayasa'nın 174'üncü maddesinde yazılı olan öteki “devrim yasaları”nı da aynı mantıkla pazara sürüp, onların getirdiği kavram, kurum ve kuralları çöpe atabilirsiniz.

      Hoş bu mantık ve bu gidiş başka bir yere varacağımızı da söylemiyor ya!

      17 Ağustos 2007 
      Oktay EKŞİ  oeksi@hurriyet.com.tr

    • #47864
      sakssu
      Katılımcı

      k_bila.gif
      Sezer'i uğurlarken

      10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'i Çankaya'dan uğurluyoruz.
      Sezer, Çankaya'da görev yaptığı 7 yıl 3 aylık süre boyunca büyük Atatürk'e yaraşır duruş sergiledi. Bu yönüyle tarihteki yerini alacaktır.
      Sezer, sağlam kişiliğe sahip bir devlet adamıydı. Siyasi rüzgârlara göre eğilip bükülmedi. Atatürk'ü ve Anayasa'yı esas alarak çalıştı.
      Anayasa'da bulunan, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesini ve temel nitelikleri özenle korudu. Ettiği yemine sadık kaldı.
      Sezer'in Atatürk'ü çok iyi anlamış bir devlet adamı olduğunun kanıtı, “laiklik” ve “ulus” anlayışıydı. Cumhurbaşkanı olarak, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti'nin bu iki temel üzerinde yaşam bulduğunun bilincindeydi.
      “Laiklik” ilkesinin ve “ulusal birliğin” korunmasında büyük titizlik gösterdi. Bu iki temel ilkenin zedelenmesine, delinmesine izin vermedi. Popülizm uğruna, bu ilkelerin esnetilmesini tartışmaya dahi açmadı. Bu yönde gelen iç ve dış baskılara ödünsüz biçimde karşı durdu.

      Tarafsızlık
      Cumhurbaşkanı Sezer'e son dönemlerde yöneltilen eleştirilerin başında “tarafsız” davranmadığı eleştirisi geliyordu.
      Bu eleştirilerin kaynağı, “türban”, “YÖK”, “rektörler” ve atamalardaki tutumuydu. Sezer'in bu konulardaki tutumumun kaynağı ise, “laiklik, Atatürk ilke ve devrimleri”ydi.
      Cumhurbaşkanının tarafsızlığı”ndan ne anlamak gerekir?
      Cumhurbaşkanı hangi konularda tarafsız, hangi konularda “taraf”tır?
      Cumhurbaşkanı, ettiği yemindeki konularda, Anayasa'nın uygulanmasında ve Anayasa'nın dayandığı Atatürk ilke ve devrimlerinde taraftır. Bu konularda taraf olmak görevidir. Sezer'in de yaptığı bu olmuştur.
      Yasaları ve atama kararnamelerini Anayasa'ya, laiklik ilkesine göre incelemiş ve kararını öyle vermiştir.
      Bu konular dışında hükümetin icraatına engel oluşturmamış, güçler ayrılığı ilkesine özen göstermiştir. Hükümetin yetki alanına giren alanlarda politika oluşturmasına karışmamıştır. Anayasa'ya aykırı olmadıkça hükümet işlerine müdahale etmemiştir.
      Sezer, siyasi rol çalmaya hiç tenezzül etmemiş bir devlet adamlığı sergilemiştir.
      Sezer'e yöneltilen “Uçağına işadamlarını alıp yurtdışında pazar aramadı” diye özetlenecek eleştiriye gelince.
      Sezer, bu tür işlevlerin Başbakan'a ve hükümete ait olmasını düşünen bir anlayışa sahipti. Cumhurbaşkanı'nın ekonomik veya siyasi olsun, sadece ulusal girişimlerde rolü ve görevi olduğuna inanıyordu. Nitekim bu anlayışa uygun davrandı.

      Örnek kişilik ve yaşam
      Cumhurbaşkanı Sezer ve ailesi, mütevazı yaşamlarıyla da topluma örnek oldular.
      Ne Sezer ne de aile üyeleri en küçük bir zaaf göstermediler. Yaşamlarında hiçbir lüks yoktu. Hiçbir ayrıcalık istemediler. Çankaya Köşkü'nde halktan biri gibi yaşamlarını sürdürdüler.
      Çocukları yaşamlarını çalışarak sürdürdüler. Ne fırsat bu fırsattır diye ticarete atıldılar ne iş takibinde ne de medyaya poz verirken görüldüler.
      Cumhurbaşkanının çocukları olmanın bilinci ve sorumluluğu içinde davrandılar.
      Cumhurbaşkanı'nın eşi Semra Sezer de Çankaya'da 7 yıl 3 ay boyunca örnek tutumuyla hep takdir topladı. Bir cumhuriyet öğretmeni olarak, eğitim-öğretim alanında -özellikle yoksul kesimlere dönük faaliyetlere- öncülük etti, katkıda bulundu. Ancak, bunu reklam olsun diye, kameraların karşısında göstererek yapmadı. Övünmedi, alkış beklemedi.
      Sezer ve ailesi, Çankaya'da ve halkın gönlünde iyi bir iz bırakarak ayrılıyorlar.
      Bundan sonraki yaşamlarında Sezer ve ailesine sağlık ve mutluluk diliyoruz

      Fikret Bila – Milliyet
      http://www.milliyet.com.tr/2007/08/28/yazar/bila.html

70 yanıt dizini görüntüleniyor
  • Bu konuyu yanıtlamak için giriş yapmış olmalısınız.